ÖYKÜ 

EN SON NE ZAMAN GÖRDÜNÜZ BENİ?

Bir Akdeniz martısının kanadından düştüm az önce. Vakit akşamüstü. Yere sertçe düşmek varken bir tüy gibi süzüldüm ılık havada ve ince dallı bir hurma ağacının kiremit turuncusu yaprağının üstüne kondum. Bu kadar mı güzel olur bir ağaç ve bu kadar güzel renkte yapraklar da mı varmış? İndim o yapraktan. Üstümü başımı düzelttim. Ellerimi cebime koydum ve etrafımda ne kadar ağaç varsa portakal, limon, mandalina, hurma, erik ve hatta çam, hepsini içime çektim. Sadece kokularını değil, her şeylerini çektim içime. Üstüne tünemiş küçücük serçesinden köklerine kadar. Sonra toprağı, güneşi, havayı, tüm baharı çektim içime. Gülümsedim. Şimdi yola çıkabilirdim. Yürüdüm yavaş adımlarla. Islık çalmak pek huyum değildir. Daha çok eski şarkıları mırıldanmayı severim. Rastgele birini söyledim içimden. Şarkımı söylerken büyük ağaçların ötesinde bir açıklık fark ettim. Oraya doğru yöneldim. Yavaşça akan bir su sesi duydum. Adımlarımı hızlandırdım. Yeşille mavi arasında kalmış bir renge sahip, görünüşünden bile soğuk olmadığı anlaşılan büyük bir nehirle karşılaştım. Üstümdekileri çıkarıp suya atlamayı düşündüm. Zaman kaybetmeden de yaptım bunu. Suya atlar atlamaz nehrin daha derinlerine doğru yüzdüm. Suda gözünü açabilenlerdenim ben. Hem kapatıp da o kadar güzelliği kaçırayım mı? Evet, denize göre daha bulanıktır göller, nehirler. Ama ben gördüm. Gözümün önünden geçti şimdi. Kuyruğunu o kadar güzel sallıyordu ki… Sırtında koyu çizgiler olan bir tatlı su levreği. Hızlıydı. Sanırım küçük bir balığı kovalıyordu. Onun kadar hızlı yüzdüm ve kuyruğundan bulaştım ona. Şaşırdı ama tanıdı beni. Pullarına, renklerine, gözlerine dokundum ve tüm bu güzelliklerine dokunurken ses etmedi. Yüzgeçlerinden terk ederken onu bana gülümsedi. O kadar güzeldi ki o gülüş, hele kalbinin atışını hissetmek…

Nehirden çıktığımda hava kararmak üzereydi. Islaklığımı ellerimle gidermeye çalıştım. Üstümü giydim sonra. Artık şehrin güzelliğine karışma vakti gelmişti. Caddeler, sokaklar ışıl ışıldı. Arabalar yanımdan hızla geçerken üşümüyordum. Sadece gülümsüyordum. Karşıdan bir çift bana doğru yaklaşıyordu. Beni göreceklerinden emindim. Sağıma baktım. Bir dükkân vardı, önünde ise saksıda duran mor bir menekşe. Çok güzel görünüyordu. Onun önünde ise sarı renkte ve kocaman gözlere sahip bir sokak köpeği. Hangisine bulaşacağıma karar veremedim. Çift yanıma kadar gelince köpeğin ahenkle sallanan kuyruğuna kondum. Kız bize bakar gibi oldu ama vazgeçti. Sanırım dargınlardı. Görmediler beni. Öylesine çekip gittiler. Bu kadar güzel bir yeryüzünde insanlar nereden bulur tartışacak konuları? Saçmalık. Masum köpeğin başını okşayıp yürüdüm. Her zaman hayvanlara ya da bitkilere bulaşmam. Kimi zaman bir kaldırım taşına kimi zaman bir arabanın rengine kimi zaman da bir sinema koltuğuna bulaşabilirim… Önemli olan; beni görmeleri, hissetmeleri… Acaba biraz daha mı şehrin güzelliklerine dokunmalıydım? Bilmiyorum…

Biraz ileride bir kebapçıya girdim. Herkes yemek yiyordu. Kimisi de yemeğinin gelmesini bekliyordu. Ama kimse karşısındakine bakmıyordu. Kısa kesilen sohbetler beni ürküttü o an. Daha çok ellerindeki telefonlara bakıyordu herkes. Anlam veremedim. Gittim, masada oturan iki arkadaştan uzun boylu olanının omuzuna kondum. Diğeri elini bir atsa bana, dostluğunu bir hissettirse olacaktı bu iş. Sinecektim birinin kalbine ki bu iki insan çocukluktan beri arkadaştı. Hatta birisi on iki yaşındayken trafik kazası geçirmiş ve ölümden dönmüştü. Diğeri de saatlerce hastane bahçesinde beklemiş ve yüzlerce kez dua etmişti. Dostluk bu olmalıydı. Bu yüzden bekledim. Olmadı. Yemekler yendi. Birkaç kısa iletişim… Kısa zamanlı göz teması ve anlamsız cümleler vardı masada. Ha bir de yaşanılan hayattan memnun olmamalar ve isyanlar okunuyordu yüzlerden. Kalktılar. Omuzundan indim adamın. Masada oturdum bir süre. Sonra dışarı çıktım. Binaların arkasında sarı ışıklarla süslenmiş büyük ama çok büyük bir saat kulesi gördüm. Çok güzel görünüyordu. En tepesine çıkıp tüm şehre bakmak istedim. Önümdeki binanın çatısına zıpladım, oradan diğer çatıya, oradan da diğerine. Kanatlarım yok benim. Olsaydı bir yaprağa düşmezdim. Gülüşlerim var ama. Derin derin aldığım nefeslerim… Kulenin önüne geldim. Her bir duvarına, her taşına sürtünerek, tüm tarihini hissederek en tepesine çıktım. Şehir tüm ışıklarıyla göz kırptı bana. Havanın tadı şey gibiydi… Hani arada bir hissedersiniz ya. Ayaklarınızdan gelip tüm vücudunuzu saran bir his, birine veya bir kavrama duyduğunuz histen bahsetmiyorum. Öylesine gelen ve çok derinden hissedilenden, size yaşadığınızı fark ettiren o his işte. Havanın tadı onun gibiydi. Şehrin güzelliğini seyrettim saatlerce. İnsanları izledim en yukardan. Bu gece burada kalmalıydım. Gözlerimi uzun bir süre kapatmadım. Sonra uyudum.

Günün ilk ışıkları yüzüme vurunca uyandım. Kuleden düşercesine bu sarı renkli ışıkların içine bıraktım bedenimi. Isındım. Ruhen daha çok ısındım. Gülümsedim. Yere indiğimde insanların erken kalkmayı sevmediğini anladım. Biraz yalnız yürüdüm. Dükkânların kepenkleri açılırken sesleri kulaklarımda yankılandı. Her dükkâna tek tek bulaştım. Önce eski bir ayakkabıcıya girdim. Tamir edilen ayakkabılara dokundum. Ayakkabıların sahiplerinin yaşanmışlıklarını izledim. Mesela şu an dokunduğum siyah, bağcıklı ve topuğundan açılmış kunduranın sahibi olan adamın iki gündür sıkıntılar içinde olduğunu gördüm. Evine ekmek götürmek için inşaat inşaat dolaşmış ancak yaşlı olduğu için iş bulamamış. Ayakkabısının topuğu da bu inşaatların birinde, merdivenden çıkarken açılmış. Diğer ayakkabılar, diğer hayatlar… Mutlu ya da çoğunlukla hüzünlü tüm hikâyeleri izledim, dinledim, hissettim. Başka bir dükkâna girdim gelişigüzel. Şalgam suyu ve turşu satan bir dükkândı burası. Her taraf keskin ama bir o kadar güzel bir kokuyla kaplıydı. Kavanozlara dokundum. Turşuların tadına baktım. Çıktım oradan. Zaman ilerliyordu. Çarşının daha işlek yerlerine doğru ilerledim. İnsanlar çoğalıyordu. Kimisi işine gidiyor kimisi de geziyordu sadece. Her omuza dokundum. Her hayatı hissettim. Mesela az önce dokunduğum, gece saatlerce ağlamış ama güne mutlu başlamaya söz vermiş tezgâhtar kız umut doluydu. Ya da şu an elim omzunda olan genç adam, aylarca biriktirdiği parayla alacağı yeni telefonu için heyecan doluydu. Yüzlerce, binlerce insan yüzü, bir o kadar otomobil, otobüs ve yoğun bir gürültü… Yukarıda masmavi bir gökyüzü, bir bahar ılıklığı, dünde bıraktığım kuşlar ve ağaçlar, göl, içindeki tüm güzel balıklar, gece sığınağım olan kule, sabahki dükkânlar, hepsi ama hepsi, hem saf doğa hem şehrin kalabalığı, hayatın ta kendisi…

Öğleye doğru bir parkın içinde buldum kendimi. Kocaman bir parktı burası. Uzun uzun ağaçlar ve oturacak bir sürü bank. Ama ilerde çimlerde oturmayı tercih eden gençler de vardı. Sanırım dershaneden çıkmış ve biraz eğleniyorlardı. Yanlarına gittim. Gitar çalıyor ve şarkı söylüyorlardı. Dört beş kişilik çok samimi bir gruptu. Oturdum yanlarına. Şarkıyı dinledim. O kadar güzel çalıyor ve söylüyorlardı ki vaktimin geldiğini anladım. Bir an döndüm ve arkama baktım. Biraz uzakta gençlere dalmış, yaşlı bir amca gördüm. Yüzünde küçük bir tebessüm vardı. Ayağa kalktı. Saçları o kadar beyazdı ki adamın, geride bıraktığı tatlı tatsız yetmiş altı yılı anlatan bir romana benziyordu. Oturup okumaya değerdi. Gençlere doğru yaklaştıkça yüzü daha güzel, daha mutlu bir hal aldı ve yanımıza geldi. Gençlere selam verdi. Gençler de memnuniyetle karşıladılar amcayı. Şarkı bitince;

– Çok güzel çalıyorsunuz, gençler.

– Teşekkürler, amca.

– Benim için ‘Rüyalarda Buluşuruz’u söyler misiniz?

– Tabii ki, amcacım, seve seve çalar söyleriz.

Benim de çok sevdiğim bu şarkıyı söylemeye başladıklarında amca hemen yakınımızdaki banka oturdu ve keyifle bizi dinlemeye başladı. Şarkının en güzel yerini bekledim; nakarattaki ‘la’ notasından ‘si’ minöre geçiş anını. Neden diye sorarsanız, ‘si’ minörü her zaman zarif bir kadına benzetirim, zarif ve güzel. Ayrıca bu şarkının tüm duygusunu, yoğunluğunu veren de nakarattaki o ‘si’ minördür. Beni görmesini bekledim amcanın. Tam da şarkının bahsettiğim yerinde herkes gülümserken gördü beni. Daha güzel güldü o an, ben de ona gülümsedim. Kalktım yerimden, gülüşüne kondum hemen. Derin bir nefes aldı. Mutluydu. Benim gibi…

İlk cümlelerde söylemiştim. Her yerde olabilirim. Önemli olan beni görmeniz, beni fark etmeniz… Sahi, siz en son ne zaman gördünüz beni?

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar