YAŞAM 

PAPATYALARLA, FAYTONLARLA, HATIRALARLA ÇOCUKLUĞUMUN ADANA’SI!

Ben Adana’nın Kurtuluş Mahallesi’nde doğdum. Orada çocuk oldum, orada gençliğimi sürdüm, orada yaş aldım. Hâlâ da orada yaşıyorum ve hâlâ orayı çok seviyorum. Ziyapaşa Bulvarı hâlâ Adana’nın en sevdiğim caddesi. Ben en çok çocukluğumu sevdim orada, o mahallede en çok çocukluğumu yaşadım. Ve sanırım bu nedenle hâlâ içimde yaşatıyorum çocukluğumu! Ne çok istop oynadım, ne çok yakan top, ne çok yedi kule… Ve ne çok bindim bisiklete arkadaşlarımla beraber…

Mahallelerinde oynayamadıkları için mi şimdiki çocuklar pek bir büyük, sanki içlerine büyük büyük adamlar kaçmış gibiler? Büyümüş de küçülmüşler adeta! Oysa ne önemlidir çocukluğunu yaşamak. Hatta hep çocuk kalabilmek! Mahalle aralarında koşturmak ne kadar önemliymiş meğer. Ağaçlara tırmanmak, düşmek, kalkmak, kanamak, ağlamak, sonra hiçbir şey olmamış gibi yine oyununa devam etmek. Hayatı öğreniyormuşuz meğer!

Evet, biz kesinlikle şanslı bir nesildik şimdikilere kıyasla. Toprağa ayaklarımız değdi, çamurla oynadı ellerimiz, tarlalardan papatyalar topladık. Ben mahallemizdeki Atatürk İlkokulu’nda okudum. Şehrin merkezinde bir okuldu ve okula giderken yolumuzun üzerindeki tarlalardan öğretmenimize papatya toplardık. Ne şanslıymışız…

Aslına bakılırsa babalarımız da şanslıydı. Hatırlıyorum, babamlar bizim evin karşısındaki boş arsada yıllarca futbol maçı yapma şansına sahip olabildi. Düşünebiliyor musunuz? Ziyapaşa Bulvarı’nda oturuyoruz, karşımızda Ramazanoğlu gibi Adana’nın eski bir ailesinin bahçeli evi var ve hemen yanında yine onlara ait boş bir arsa… Yıllarca boş kalabilme lüksüne sahip! Üzerinde yine bahar aylarında papatyalar açar bizim toplayabilmemiz için, arsanın tam ortasında bir keçi yolu, yolumuzu kısaltmak için, pazarları büyükler maç yapsın diye hizmetimizde.

Anlayacağınız, daha kapitalizm canavarına yenik düşmemişiz. Hem şehrin en müstesna semtinde oturuyorsunuz hem doğayla iç içesiniz ve özgürsünüz. Güvenlik sorununuz yok!

İlkokul birinci sınıftan itibaren okulumuza kendimiz gidip gelirdik. Bizim dönemimizde çocuklar sabahtan akşama kadar sokaklarda parklarda oynama şansına sahipti. Annelerimizin “Bu çocuğun başına bir iş gelir” endişesi pek olmazdı. Servis kullanmadık hiç okula gidip gelirken. Trafik stresi yaşamadık.

Hatta faytonlar geçerdi Ziyapaşa Bulvarı’ndan. Hâlâ atların nal sesleri kulaklarımda.

Daha sonraki yıllarda otomobiller de geçmeye başladı bulvardan; ama şimdiki gibi yoğun trafik olmadı. Kız kardeşimle uzun yaz günlerinde balkonda oturur, oyun oynardık; bulvarı aramızda paylaşır, kimin yolundan daha çok araba geçecek yarışına girerdik. Sayabilirdik geçen arabaları, o kadar seyrekti geçişleri.

Bir de ne çok yağmur yağardı çocukluğumuzun Adana’sına. Ve sel gelirdi ara sıra! Bulvarı sel aldı kaç defa. Ziyapaşa Bulvarı’ndan sal ile geçildiğini hayal meyal hatırlıyorum.

Ağaçlar azalıp betonlar çoğalınca, bahçeli evler sırasıyla yerlerini apartmanlara bırakmaya başlayınca, parkların dışında mendil kadar arazi kalmayınca ağaçlar da bizi terk etti, papatyalardan sonra.

Bir de palmiyelerimiz vardı. Ziyapaşa Bulvarı’nın simgesi, yakışanı. Canım palmiye ağaçlarımız… Çocukluğumuzda bizimle aynı boyda olup bizimle birlikte büyüyen, ailenin bir ferdi gibi sevdiğimiz… Muhteşem palmiye ağaçlarımız! Şimdi biraz varlar, biraz yoklar.

Evimizin karşı çaprazında Atatürk Parkı vardı – hâlâ da var şükürler olsun ki. Ama Atatürk Parkı benim çocukluk yıllarımda, adının aydınlığıyla bir tezat içerisindeydi! Çocukluğumuzda gündüzleri yanımızda bir büyüğümüz olmadan geçemezdik Atatürk Parkı’ndan. Hava karardıktan sonraysa hiç geçemezdik. Tekin değildi. Gençlik yıllarımızdaysa daha da vahim oldu durum; çünkü parkın içinde akademi binası bulunuyordu ve yetmişlerin sonu seksenlerin başı malum terör olaylarının tırmandığı yıllar… Her an bir çatışma çıkabilir, birdenbire silah sesleri yükselebilir; parkın içinden geçmek şöyle dursun balkonda oturmak bile riskliydi!

Bir ara hayvanat bahçesi de oldu canım Atatürk Parkı’mız.

Aytaç Durak’ın belediye başkanı olduğu yılların başında, Atatürk Parkı’nın otopark olma projesiyle sarsıldı yüreklerimiz. Korktuk, endişelendik, üzüldük ve mücadele ettik kadersiz parkımızın kaderini değiştirebilmek için ve başardık da. Sivil toplum örgütlerinin birleşerek verdiği başarılı bir mücadeleden sonra parkımızı kurtardık otopark olmaktan.

Şimdilerde Atatürk Parkı Adanalıların sıklıkla uğradığı, sevdiği, nefes aldığı, spor yaptığı şehrin en güzel yeri.

Yüzme havuzu, çocukluk anılarımın bir başka önemli ayrıntısıdır. Atatürk Parkı’nın sol karşı çaprazında, hemen yanında çocuk parkı, şimdi olduğu gibi. Ama şimdikine göre daha bir sesli, daha bir neşeli ve aktifti. Şimdi eski hallerinden eser yok her ikisinin de. Yüzme havuzundan yarışmalar ve dolayısıyla yarışmacı isimlerinin anonsları hiç eksik olmazdı. Yüzme havuzunun tam karşısı gençlik sarayıydı ve yine orası da oldukça faaldi, tenis kortları hiç boş kalmaz, kortlardan gelen top sesleriyle şenlenirdik.

Sonra yazlık sinemalar… Tahta sandalyeler, malum uzun süre oturunca batıyordu. Annemin diktiği kulplu minderleri kaptığımız gibi sinemanın yolunu tutardık. Çekirdeğimizle, gazozumuzla “Değme keyfimize” durumlarıydı. Bütün aile, haftanın üç günü sinemaya gidebildiğine göre ucuzmuş sinema biletleri.

Sonra yazlık sinemalar da kapandı.

Çocukluğumun, gençliğimin Adana’sından bugünlere geldik. Şimdi geçmişi düşündüğümde içimi sevinç kaplıyor; ama günümüzü düşündüğümde yüreğim hüzün çeperi.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar