EDEBİYAT 

MİNİMAL ÖYKÜLER (1)

—GÜNAH—

Bahçe duvarı üzerinden sarkan ağacın dalları nimetlerini ikram ederken penceresinin önündeki küçük kıza, günahkâr olmamak için elini bile sürmeden baktı ışıldayan meyvelere.

Annesine daha çok inanmaktaydı henüz.

* * * 

—İNCİR AĞACI—

Cılız bedeni, ince uzun parmaklarının kavradığı dallardan güç alarak bir çırpıda tırmanırken incir ağacına –yeni gelin ablasının bahçesinde– aklına gelen uyarıları yazıyordu belleğine:

İncir dalı kırılgandır!

İncir sütü yakar adamı!

Ham olanı koparma!

…bir de… taş duvarın dibinde boy atmış bal incirden yerken çabuk tut elini! Komşu bahçenin sahibi Bahittin, hani her gün o kocaman kurt köpekleriyle gezinen bahçesinde –ama sevgisiz köpeklerine de– hani İstanbullu kibar karısını bile dövmekten çekinmeyen Bahittin, görmesin dalda seni!

* * * 

—MACERA—

Yedi yaşında, belki de sekiz… Çılgınlık nedir bilmeden bir çılgınlık yaptı sıra arkadaşı Mehtap’la. Mehtap güzel kız… Parlak siyah önlüğü, işlemeli yakası, özenle örülmüş sımsıkı iki beliği, kocaman gözleri, kocaman dişleri, bembeyaz teni ile sevimli ama ürkek kabul etti önerisini.

İzinsiz çıkmışlardı evden, bahçede oynarken akıllarına düşünce minicik bir bebeğin gülüşü.

Yağmurun yürüdüğünü o gün gördüler. Yere düşen damlacıkların sıçrayarak oynaştığı, sonra kaybolarak belki de buluta koştuğu o öğlen sıcağında toprak kokusuyla yürüdüler.

Korkacak ne vardı ki! Asfalt yolu dümdüz yürüdükten sonra, camiyi geçince böğürtlenlerin çevrelediği arkları da atlayıp sağa döneceklerdi.

Sağ, şıkırdayan elleri, yazan elleri… Öyle öğretmişti öğretmeni.

Yeni gelin ablasının dünya tatlısı bebeğini sevmeye bir mahalleden diğerine… Hem belki biraz da incir yemeye – Bahittin’i anlatarak taş duvarın üzerinde.

Gün bitmeden ağızlarında incir kokusu, yüreklerinde Bahittin korkusu döndüler geriye.

Kapıda annesi… Büyüyen gözleri, telaşlı haliyle… Yanında rengi uçmuş ağlamaklı yüzü ile Rasime Teyze.

İlk macera okkalı bir tokatla indi yüzüne.

* * *

—İSTANBULLU HANIM—

Yola bakan balkonunda ablasıyla oturmanın keyfi, yeni demlenmiş çayın kokusunda… Karşı kıyıda bir değirmen, değirmene eşlik eden su sesi… Kavakların sesi… Dut ağacının kocaman gövdesi… Dalında asılı boş salıncağın sesi…

İstanbullu Hanım, Bahittin’in karısı, elinde bir ekmek, kese kâğıdında belki domates, durup selam verdi kibar, tatlı bir sesle. Beyaz, kısa saçları, yarım kollu çiçekli elbisesi ile aklında hâlâ.  Boyu belki bir altmış, kilosunu tahmin etmek zor değil, en fazla kırk beş… Öyle zayıf!

Nasılsınız Hamiyet Hanım Kızım?

Çocuklar nasıl?

Kız kardeşin mi?

Oh, ne güzel bir ziyaret olmuş sana, bir nefes… Haydi, kal sağlıcakla.

Mahallenin kadınlarından ne kadar da farklı!

Yazıklanan ablasının yüzündeki saygı şimdi merhamete büründü. Uzaklara bakarak mırıldandı kendi kendine:

Okumuş bir kadının ne işi var bu kasabada, bu adamla? Kader mi bu ya?

* * * 

—BAHİTTİN—

Bahittin, okumuş adam, kazancı da iyi. Kocaman bir bahçesi, mahalleden farklı gösterişli bir evi, iki kocaman kurt köpeği…

Bahçe duvarı herkesinkinden yüksek – sırları da gizleyecek.

Daima asık bir surat, fötr şapka, takım elbise, kısa kısa adımlarla tempolu bir yürüyüş…

Mahalleli de korkar, çocukları da. Ama çocuklar, çıktığını görünce Bahittin’in kapıdan, tüm korkularına inat koşarlar sırlarla dolu bahçeyi keşfetmeye.

Koca bir sarnıçtan böyle haberdar oldu büyükler. Ve ardından ne hikâyeler…

* * * 

—UTANÇ—

Her ölümde bir hüzün vardır; ama İstanbullu Hanım’ın ölümünde hüzün ne ki… Büyük bir acı, kocaman bir utanç…

Evlat edindiği komşu kızını evlendirene kadarmış umudu, huzuru. Düşleri hep eksik ve yarım… Ama onurlu… Onurun da dayanacağı sınırlar çürümüşse eğer…

Son zamanlarda kaybolmuş gibiydi kendinde. Bir gece kışın ayazında, ince bir gecelikle koşuyordu sokakları” derken ablası, gelmedi bir süre sözün devamı.

Ah, elimden gelebilseydi…

Ayazın sertliğini komşu evlerin merdiven altlarına sığınarak geçirdiği kaç gece, kaç sabah var bilemedi kimse. Birinde insafa gelen komşu kadının verdiği şalvarın içinde kadınsı bir utanmayla gizlemeye çalıştı cılız bedenini.

Bir sabah…

Bahittin’in her geceki işkencelerinden, aklı, kadınlığı, bilgisi, görgüsü, onuruyla merdiven altlarında kaybolduğu zamanların birinde, soğuktan bihaber, dünyanın tükenmişliğinden, merhametin yokluğundan, çaresizlikten… Arınıverdi.

Bir sabah…

Çırılçıplak, donmuş, katılaşmış bir bedene çaresiz ama utançla bakakalmıştı mahalleli.

Ve İstanbullu Hanım, onun çocuk dünyasında derin bir acıyı mühürledi yüreğine. Ne zaman düşse usuna, buz gibi bir ölüm değer bedenine.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar