EDEBİYAT 

BİR ODA, BİR DEFTER, BİR KALEM…

Her günkünden farklı değil ki duygularım!” dedim öğretmenime. O, bizden yazmamızı istedi; ben, böyle dedim. O da:

Hiçbir şey aynı değildir, her şeyden önce bir zaman farkı olduğunu unutma! Aynı duyguları değil, birbirinden doğanı yaşıyorsun.” dedi.

Annem kaygılandı.

Kızım, her zaman bir çıkıntılık yapacaksın illa! Ya şimdi sana takarsa?

Öff anne ya! Takmaz, takmaz, merak etme. Şimdi yalnız kalayım da bir şeyler yazmayı deneyeyim.” dedim anneme.

Aa, bak! Öyle her bir şeyini de yazma! Gönlüne göre ver. Başkaları senin duygularını anlayacakmış da… Cık cık! Ne oluyor bu öğretmenlere de, bilmem ki!

Kaygılı, başını sağa sola sallayıp cık cık çekmeye devam edince:

Hadi annem, merak etme! Ne seni ne babamla kavgalarınızı yazacağım. Kuşlar, çiçekler, böcekler, bahar mahar… İstediği pembe tabloyu çizerim, hatta harika bir ailem olduğunu anlatır, ne kadar şükretsem az derim. Oldu mu?

Yatağımın kıyısında oturan annem, gözlerinde gerçekten ne yazacağımı merak eden bir bakışla oturduğu yerden kalktı, sallanan kapı kolunu sıkılaştırıp kapımı sertçe kapadı. Meraklı annem benim, ne yapıp edip yazdıklarımı okuyacağını da biliyorum ama… “Seni de yanıltacağıma emin olabilirsin.” dedim kendi kendime.

Penceremi açtım, bir rüzgâr doluverdi odama. “Güzel!” dedim. “Bak, bu rüzgârı da yazayım: ‘Odama dolan bahar rüzgârı, yüreğimdeki sevince ortak oldu.’ gibilerinden bir cümleyle başlayabilirim. Sonra ağaçları fark ettiğimi, yaprakların kımıl kımıl oluşunu, birbirlerine değdiklerinde çıkardığı hışırtıyı, bir kelebeğin ahenkle o çiçekten bu çiçeğe konuşunu…

Elimde olmadan güldüm. Ne kelebeği, ne ağacı? Apartmanların arasına sıkışıp kalmış bu kırk yıllık binada güneşi görmek için bile başımı dışarı çıkarmam gerektiğini yazmayacağım elbette. Hele kış mevsiminde şu pencereyi bile açmanın ne büyük azap olduğunu mesela…

Her şeye olumsuz yönden bakmayın, kimi zaman kuru otların arasından sarışın sarışın gülümseyen papatyaları, nazlı nazlı salınan gelincikleri düşünün. Duygularımızı nasıl da yumuşatırlar, değil mi? Değiştiremiyorsanız olumluya odaklanın. İnanın, çok zor değil bu.” demişti Saadet Öğretmen. İtiraz sesleri yükselince de, “Eminim, bulursunuz. İnsan sadece olumsuzu düşünerek nasıl yaşar ki çocuklar?” diye sürdürdü sözü. Ardından dünyayı saran kötülükten, insanların duygu yıkımlarından, güzeli görmeyi beceremeyen insanların ne kendilerine ne de çevrelerine faydası olabileceğinden dem vuran sohbeti dinledik. Aslında bu konuşmalar geçici bir süre etkilemiyor da değil bizi. Susup dinlemek hoşumuza da gitmişti.

Şimdi ben de olumlu düşünüyorum. Kendime ait bir odam bile var mesela. Gayet olumlu bence… Odamın penceresi de var. Miki fareli perdem, eprimiş olsa da onu tamamlayan pembe mi sarı mı olduğunu kestirememiş bir tülüm bile var. Manzaram da olağanüstü(!)… Yanımızdaki binanın sıvaları dökülmüş duvarı hayal dünyamı zenginleştiriyor. Sıvaların dökülen yüzeylerinde oluşan şekillere türlü anlamlar vererek zaman geçirebiliyorum. Pencerem açıksa baca gibi çeken bu boşluktan gelen çeşitli yemek kokuları o günün mönüsünü oluşturmamıza da katkıda bulunuyor.

Biraz dalga geçer gibi oldu bu ama şu sıva döküntüleri üzerinde durabilirim biraz. Her baktığımda farklı şekillerin oluştuğunu görüyorum. Fincandaki şekillere anlam verir gibi fal bile tuttuğum oluyor. Resim yapmayı da seviyorum. Bu görüntülerden bir kompozisyon oluşturabiliyorum kolayca. Geçenlerde bir bukalemun bile gördüm. Hiç denemediğim halde resim defterime bukalemun çizebildim. Resim öğretmenim çok ilgilendi bu çizimle de. “Sende ışık görüyorum, çizmeyi sakın bırakma!” dedi. Ee, hoşuma da gitti bu sözler!

Çok renkli bir öğretmendir Füsun Öğretmen. Rengârenk giyinir. Takılarına bayılıyorum. Nereden buluyor, bilemem ama kocaman, farklı takılarla dikkatimi çekiyor. Dersleri de çok eğlenceli geçiyor. Suspus oturmak zorunda kalmamak oldukça keyifli… Kimseye bağırıp çağırmıyor. Gürültümüze değil yaptıklarımıza odaklanıyor. Ama gürültü yükselince ben odaklanamıyorum. Benim gibi isteyerek resim seçmiş arkadaşlarımdan Hakan (az gergin bir arkadaş), “Susunnn!” deyince hepimiz toparlanıyoruz. Çünkü kimse onunla çatışmaya girmek istemez. Keşke benim de birilerinin üzerinde böyle etkim olsaydı! Ama yok.

Tartışmalardan hoşlanmıyorum, hayatımda yeterince tartışmalı an var zaten. “Fazlasına hiç ihtiyacım yok.” derken Burçin Öğretmen geldi aklıma. Psikoloji asıl alanıymış ama bize felsefe dersleri veriyor. Çok yavaş konuşuyor, gözleri oldukça iri. Bakışları ile konuşması tezat oluşturuyor. Sakin bir sese eşlik eden panik gözler…

Bence bunun altında yatan şey senin bilinçaltı evrenin, canım. Hadi anlat bana, çekinme!

Gülümsüyorum. Konuşmakla tüm sorunlara çare bulunabilseydi keşke… Ben konuştukça daha mutsuz olduğumu düşünüyorum. En iyisi konuyu değiştirmek… “Hocam, Berkcan büyüdü mü? Konuşmaya başladı mı?

Onun hassas noktası da Berkcan. İki yaşındaki oğlu… Böylece beni bırakıyoruz, Berkcan’ı konuşuyoruz.

İlginç… Ne yazacağım diye düşünürken zihnim bir resmigeçit yapıyor şimdi. Demek ki başlamak önemli. Biraz daha düşünmeli…

Penceremden başımı uzatıp çevreyi izlemek iyi geliyor bana. Bir anda kendimden uzaklaşıyorum.

Evet, evet, böyle devam edebilirim, sonra da sokağı, karşı apartmanın balkonlarını, gökyüzünü anlatabilirim. Bir yazar edasıyla kalemim elimde, penceremden başımı çıkarıp dışarıyı izliyorum.

Karşıda Saniye Teyze… Yine balkonunda tahta sandalyesine oturmuş, çenesini demire dayamış, merakla çevreyi izliyor. Annemin sevdiği komşulardandır Saniye Teyze. Çok akıllı bir kadın… Herkesten, her şeyden haberi vardır. Kim ne zaman doğmuş, ne zaman evlenmiş, ne zaman bu mahalleye gelmişler, kim ne zaman ölmüş… Her şeyi tarih tarih hatırlar ve anlatır. Bu kadar şeyi sürekli zihninde taşımak zor gelmiyor mudur acaba? Bence bunun da tıp tarihinde bir açıklaması olmalı. Tıp okursam bunu mutlaka düşüneceğim.

Yan komşusu ile Saniye Teyze’nin bitişik balkonları var. Arada oradan bir şeyler paylaşırlar. Yan komşu kalabalık bir aile. Kalabalık bir aile olmanın gerektirdiği hareket Saniye Teyze’yi yorsa da olanı biteni unutmadan kaydedeceği için yıllar geçse de anlatacak pek çok malzeme kendiliğinden birikmiş oluyor. Tatlı tatlı sohbet ediyor, tatlı tatlı dinliyor. Yanında onun çekim alanına girdiyseniz vay halinize! Ama benim zavallı annem bunun farkında değil. Tüm saflığıyla her şeyini anlatır Saniye Teyze’ye. Bir de beni uyarıyor, her şeyi yazmayayım diye.

Saniye Teyze’nin alt komşusu Naciye Abla çamaşır seriyor. Edebiyat dersinden tanıdığım bir şair var: Ahmet Muhip Dıranas. Onun ‘Fahriye Abla’ şiirindeki Fahriye Abla’sı ile özdeştirdiğim bir karakterdi Naciye Abla. Eşi evliliklerinin ikinci yılında kalp krizi geçirip ölmüş. Yıllarca kimseyle evlenmedi ama hayata da küsmedi. Eşinden kendisine iki daire kalmış. Oturduğu ev de kendisinin. Ekonomik sıkıntısı olmadı. Kiraya verdiği evlerden gelenle yaşamını gül gibi sürdüren –bu söz anneme ait– Naciye Abla şarkı söylemeyi de çok sever. Çamaşırını sererken bile şarkısını söyler, neşeli kahkahalar atar. Keyifli bir kadındır… Hayır, keyifli bir kadındı…

Mahalleli üstlerine vazifeymiş gibi yıllarca evlenmesi için uğraştı. Sonunda biriyle baş göz ettiler – bu da annemden.

Adam alkolik çıktı. Çok hırpaladı Naciye Abla’yı, iki evini de sattırdı. Oturduğu evi de satmış diyorlar. Evi alanlar, bir süre daha oturmaları için izin vermişler.

Naciye Abla çabuk çabuk çamaşırlarını topladı, yüzünün solgunluğunu buradan bile fark etmek mümkün. Çok zayıfladı. Artık o uzun saçlarını özenle toplamıyor. Işıltılı bluzlar da giymiyor. Kolundaki bilezikler de yok. Artık şarkı da söylemiyor, kahkaha da atmıyor. Mahalleli şimdi çok üzülüyormuş, üzülmesinler, başarılarının keyfine varsınlar. Dul kadın olarak yaşamak zormuş ya!

Eski bir mahalle burası aslında. Sonradan peş peşe dikilen apartmanlar bu kültüre yabancı. Çok katlı bu yeni binalar mahallenin üstüne çökmüş karabasan gibi… Giderek azalıyoruz ama hâlâ direnen eski binalar ve sahipleri de olmasa, bir de mahallenin belleği Saniye Teyze…

Saniye Teyze’nin iki üstündeki balkonda da Lütfiye Teyze’yi görüyorum. Upuzun bir kadın… Kısacık saçlarının çoğu beyaz. Her zaman kot pantolon giyer. Hiç elbiseyle görmedim onu. Hep dertli dertli bakar. Elinden sigara düşmez. Yıllarca içtiği sigaralar sesinin kalınlaşmasına neden olmuş. Onu balkonda eşiyle sigara içerken ve samimi sohbetleriyle hatırlayacağım. Eşi için tüm ailesini karşısına almış, on sekizine bastığı gün kaçmışlar. Sonradan barışmışlar ama ailesiyle çok mesafeli olduğunu söylüyor annem. En dar zamanında bile onlardan bir şey istemeyecek kadar onurlu. Hayata karşı da ailesine karşı da gardını almış bir boksör gibi. “Çocuklarımdan bile önce gelir.” dediği eşini kaybedeli üç ay oldu. Korkunçtu. Ağır kanser hastası eşini hayatta tutabilmek için her yolu denedi. Günlerce uyumadan yanında olduğu zamanlarda bile acısını eşinden saklamayı başardı. Ya da o öyle sanıyordu. Hem çileli hem masraflı bu hastalıkla yenişemeyeceğini anlayan Cemil Abi, bir sabah, kalan gücünü de kullanarak kendini balkondan aşağı bırakıverdi.

Sonrası korkunç bir acı… Polisler kapımızı çaldığında saat henüz beş olmuştu. Aşağıda cansız yatan bedenin adresini arıyorlardı. Adres, Lütfiye Abla’nın yüreğiydi. O günden bu yana canlı cenaze gibi… Kederi daha da artmış, yaşama isteğini bastırmış bir kadın… Çocuklardan büyüğü –o da benim gibi lisede öğrenci– babasının kamyonu ile yük almaya başladı. Başkaca bir geçim kaynakları yok çünkü. “Şimdi çocuklarının üzerine daha da titriyor, onlarla bağlanacak hayata başka şansı yok.” diyor annem.

Herkes ne kadar da yaralı… Ama karşı komşumuz Berrin Teyze farklı. Saniye Teyze gibi çok konuşur o da. Asla başkalarından söz etmez, kendinden söz ederken de hep eğlenceli şeyler anlatır. “Üç günlük dünya, şekerim, onun derdi bunun derdi, hiiç ilgilenmiyorum.” sözü yaşamının düsturu olmuş. Anneciğim azıcık dertlense, “Ayy, şiştim, yeter, komşum!” der. Ben ezberledim ama anneciğim bozulur, pek renk vermemiş olur güya.

Tuzu kuru tabi!” der arkasından.

Çocukları yok, eşiyle sık sık gezilere gider. Eşi de kendisi gibi tombulca, kırmızı yanaklı, kahkahası bol bir adamdır. Serbest muhasebeciymiş. Hatırlı müşterileri varmış.

Bizim gibi aydan aya gelecek maaşı beklemezler tabi! Para bol ama Allah da onları çocuktan mahrum etmiş işte. Belli etmiyor ama bence onun da yarası çocuklar.” diyerek bir çeşit eşitleme sağlar anneciğim.

Eveet, şimdilik bu kadar. Aa, bak bu iyi oldu! Kendimden söz etmeden kendimi anlattım. Tamamdır, yarın mahallenin diğer sakinlerini de düşünürüm. Mahallede malzeme bol. Yazmaksa… Yazdım işte, hem de pek dolu dolu oldu. Ben kurtardım, diğerleri düşünsün artık!

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar