EDEBİYAT 

APARTMAN TOPUKLAR

Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı/ bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların/ sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben.” – E. C.

Sabahçıydılar. Öğlen son dersin zili çalınca sınıfta bir hareketlenme oldu. Çuha yeşili tahtaya beyaz tebeşirle yazılmış ödevi deftere geçemeyenler, son bir gayret eksik-fazla notlarını aldılar. Hepsinin gözü kapıdaydı. Bitirenlerin çoğu çantalarının izin verdiği hızla yerlerinden fırlayıp kapıya yöneldi. Çığlık çığlığa…

Sınıftaki akranlarına göre daha sessizdi. Ama sınıfın çalışkan üç öğrencisinden biriydi. Sema Öğretmen, onu her zaman örnek gösterirdi sınıfa. Bu örnek olma halinin getirdiği ağır sorumluluk, davranışlarına yansımıştı; yaşından beklenmeyecek bir olgunluktaydı.

Okulun diğer öğretmenlerinden daha genç olan Sema Öğretmen, düşüncelerinden ötürü bir sürgün yeri olarak bu ilçeye atanmıştı. İdealistti. Öğrencileriyle yakından ilgilenirdi. Hatta birinde kendi evlerini de ziyaret etmişti. Beklenmedik bir ziyaret olduğu için annesi ne yapacağını şaşırmıştı.

Açık kumral saçları vardı Sema Öğretmen’in. Gözlerinin yeşili ışıl ışıldı. Bir sabah uyandığında saçlarının onunki gibi sarı, gözlerininse mavi olmasını istiyordu. Mavi olmasını istiyordu; çünkü yeşil gözlerin sadece öğretmenine yakışabileceğini düşünüyordu. Çok seviyordu öğretmenini. Öğretmeni de onunla hepsinden daha farklı ilgileniyordu. Hani fotoğraf çekimi sırasında kızlar Sema Öğretmen’in yanında olma savaşımı verirken, o, kendisini yanına çağırmış, kollarıyla sarıp öyle poz vermişti ya… Hatta bir keresinde okul çıkışı yanına gelmiş:

Beni bekle, beraber çıkacağız.” demişti.

Öğrencilerin gitmesini bekledikten sonra okuldan birlikte çıkmışlar, bir ayakkabı satıcısının dükkânına girmişler, Sema Öğretmen oradan bir ayakkabı almıştı kendisine. Oldukça yıpranmış olan ayakkabısını çıkarıp öğretmeninin seçtiği ayakkabıları denerken garip bir sessizlik içindeydi. İnce uzun ayaklarına uyacak ayakkabıyı zor bulmuşlardı. Aldıkları ayakkabı örgü sandaletti. Parlaktı. Çok güzeldi. ‘Ayşecik’in bile böyle ayakkabısı yoktur, diye düşünmüştü. Tuhaf bir duygu içinde giymişti ayakkabıyı. Hem sevinmiş hem üzülmüştü. Yoksulluğunun farkına varılması rahatsız ediciydi. Sema Öğretmen, “Çok başarılı bir öğrenci olduğun için bu hediyeyi hak ettin.” demişti.

İçinden geçenleri mi okumuştu, anlayamadı.

Okul, ilçenin en eski okuluydu, düşmandan kurtuluş tarihi okulun adı olmuştu. Tavanları çok yüksekti. Taş binanın Osmanlı’dan kaldığı söyleniyordu. Üçer öğrencinin oturduğu tahta sıralar oldukça yıpranmıştı; ama bu sıralar her zaman tertemiz olurdu. 

Sırasının üzerindeki defterlerini, kitaplarını özenle topladı. Okul çantasının içine koydu. Kalem kutusunu bir daha kontrol etti. Herhangi bir şey unutmak istemiyordu. Silgisini unutmuştu geçen gün, bir daha da bulamamıştı. Üstelik yepyeniydi. Lisede okuyan ablasının silgisindendi. Şimdi abisinin verdiği taşlaşmış yeşil bir silgiyle idare ediyordu. Silerken kalemin izini yok etmiyor, dağıtıyordu bu silgi. Babası söz vermişti, ay başında maaş alınca ona silgi alacaktı; ama bir daha da almazdı, dikkat etmeliydi.

Babası postanede memurdu, annesi ev hanımıydı. Tayin yeri olarak buraya geldiklerinde annesi çok zorlanmıştı. Kış memleketinin insanlarıydılar. Bu kasaba ise özellikle annesini sıcak iklimiyle yormuştu. Sık sık bu durumdan yakınan annesini, babası geleceğe yönelik düşleriyle ikna ederdi. Onunsa böyle bir derdi yoktu. Okuldan arta kalan zamanlarında kardeşiyle bahçede keşfedilmeyi bekleyen pek çok şeyin peşinde, ağaçların tepesinde zaman geçirirdi.

Altı kardeşin en küçükleri Murat’tı. O da bu okuldaydı. O birinci sınıfta, kendisi ikinci sınıftaydı. Sınıftan çıktı, her zaman yaptığı gibi kardeşini bahçe kapısında beklemeye başladı. Yakası sıyrılmış, çantasını çekiştirerek gelen kardeşini görünce ona yöneldi. Yakayı düzeltmek istedi; ama düğmesinin yerinde olmadığını gördü. Çok hareketliydi kardeşi, annesi de bundan şikâyetçiydi. Kızdığı zaman:

Oğlum, dur durak yok mu sende?” diye tatlı tatlı azarlardı. En küçükleri olduğu için mi bilinmez annesinin özel bir ilgisi vardı kardeşine.

Annem kızacak sana.” dedi büyük abla edasıyla.

Yakayı katladı çantasına koydu.

Eve her gün yürüyerek giderlerdi. Burada her çocuk böyleydi. Kapıda çocuk bekleyen anne-baba neredeyse hiç olmazdı. İlçenin içinden geçen arkları takip ederek yürümeyi severlerdi. Yaz aylarında oğlan çocuklar bu arklarda yüzmeye çalışırlardı. İmrenerek izlerdi onları. Su yeşil akardı, buz gibi olurdu. O sıcakta daha büyük bir eğlence olabilir miydi?

Köşkerin önünden geçerlerken bir grup öğrencinin meraklı halleri dikkatini çekti. Önce uzaktan baktılar, daha iyi anlamak için dükkâna yaklaştılar. Köşker keyifli adamdı. Büyük küçük herkesle sohbet etmeyi severdi. Eğlenceli hikâyeler de anlatırdı. Çocuklardan biri yüksek sesle sordu:

Köşker Amca, bu ayakkabılar gerçekten Türkan Şoray’ın mı?

Tabi ya, ne sandınız?

Çocukların gözleri ayakkabının üstündeydi. Film artistlerinin giydiği apartman topuklu siyah bir ayakkabıydı. Köşker bir taraftan ayakkabıyı parlatıyor bir taraftan anlatıyordu:

Buraya filim çevirmeye geldiler. Türkan Şoray, bizzat gendisi getirdi ayakkabıyı.

Ayakkabı neden ona gelmiş, Türkan Şoray’la nasıl ilgilenmiş, Türkan Şoray ona ne anlatmış… Hikâye uzayıp gidiyordu. Gözleri takılı kaldı ayakkabıya:

Bununla nasıl yürüyor acaba?

Babası zaman zaman aileyi toplar, açık hava sinemasına götürürdü. Türkan Şoray filmleri kaçmazdı.  Sinemaya bir minik koloni halinde güle oynaya, yürüyerek giderlerdi. Mutlaka çekirdek alınırdı. Film bitene kadar çekirdekler de biterdi. Genellikle çok ağlanmış gözlerle dönülürdü eve. Günlerce o film konuşulurdu.

Ailenin en büyük kızı ‘Ses’ ve ‘Hayat’ dergileri alırdı babadan gizli. Bir sandıkta saklanırdı bu dergiler. Annesinin sıkı tembihi vardı:

Baban görmesin bunları okuduğunu. Verdiğin para da boşa gider, hepsini yakar, ona göre.

Bu dergiler renkliydi, çok güzel kadınlar vardı kapaklarında. Özellikle o günün ünlü aktrisleri… Ablasının koleksiyonu artistlerin fotoğraflarıydı, bunları büyük boy bir deftere yapıştırırdı. Özenle saklardı, kendisi gibi meraklı arkadaşlarıyla saatlerce bu fotoğraflar üzerine konuşurlardı. Onun Türkan Şoray hayranlığını bilmeyen yoktu. Kendisini de ona benzetirlerdi. Çok güzel bir kızdı.

Türkan Şoray, ulaşılmaz bir yıldızdan farksızdı. Ama işte bu kasabadaydı, film çekiyorlardı, üstelik ayakkabısını, apartman topuklu ayakkabısını, Köşker Amca’ya getirmişti. Ulaşılmaz olan, hayal edilebilir yakınlıktaydı. Heyecanla sordu:

Köşker Amca, Türkan Şoray ayakkabısını almaya ne zaman gelecek?

Hepsi bu sorunun yanıtını bekliyordu. Köşker Amca daha bir keyifle:

Bilmiyorum ama bu hafta içinde gelir zannımca.” dedi.

Köşker Amca’nın dükkânının yanında başka dükkânlar da vardı. Dükkânlarının önündeki esnaf da kim bilir kaçıncı kez dinledikleri bu hikâyeye gülerek katılıyorlardı.

Bu hafta her gün uğrarım artık, mutlaka karşılaşırım onunla. Sonra da ablama anlatırım.” diye geçirdi aklından.

Ablası liseyi bitirmeden evlenmişti, güzel olmanın bedelini ödemişti belki de… Onun da hayalleri çoktu. Hâkim olmak istiyordu; ama çok güzel bir gelin olmuştu. Çeyizine o sandık da konmuştu. Şimdi bulundukları yerden çok uzak bir mahallede oturuyorlardı. Bu haberi ona hemen vermesi olanaksızdı. Çok üzülecekti öğrenince:

Ben görürsem Türkan Şoray’ı, anlatırım ablama. Hem ablamın onu ne kadar sevdiğini de Türkan Şoray’a söylerim.

Kardeşi sıkılmıştı. Çok bile dayanmıştı. Eteğinden çekiştirdi. İstemeyerek de olsa oradan uzaklaştı.

Evde heyecan içinde anlattı annesine. Annesi gülerek dinledi. Her zamanki gibi çok işi olan annesinin ilgisi kısa sürdü.

Artık her okul dönüşü köşkerin yanındaydı. Rafın üzerinde apartman topuklu ayakkabıyı görünce rahatlıyordu. Bir süre sonra bu hikâyeden sıkılan çocuklar uğramaz oldular köşkerin dükkânına. Köşker Amca da eskisi gibi ağız dolusu anlatmaz oldu. Sonraları hiç anlatmaz oldu.

Hiç vazgeçmedi, her gün göz ucuyla da olsa ayakkabının rafta durup durmadığını kontrol ediyordu. Bir süre sonra ayakkabının diğer ayakkabılardan bir farkı yokmuş gibi atılı tozlu hali içini acıttı. Hâlâ gelip almamıştı demek ki…

O gün okul çıkışı köşkerin önünden geçerken yine baktı rafta sıralanan ayakkabılara. Ama apartman topuklu ayakkabı yoktu. Bir daha baktı… Mutsuz oldu, görememişti işte, kaçırmıştı Türkan Şoray’ı. Heyecanla:

Köşker Amca, ne zaman geldi Türkan Şoray?” diye sordu.

Uydurduğu hikâyeyi çoktan unutmuş olan köşker, elindeki çiviyi ayakkabının topuğuna çaktıktan sonra başını kaldırdı:

Ne Türkan Şoray’ı, çocuk?” diye yanıtladı.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar