“TAŞ PARÇALARI”NDA VAROLUŞÇULUK VE DİYONİZYAK

-ADANA-
Birhan Keskin’in ‘Y’ol’ adlı şiir kitabı, bireyin içsel yolculuğunu, boşluk ve gürültü arasında konumlanan varoluşsal salınımlarını şiirsel bir dille ele alır. Şair, anlatısında sıkça karşılaşılan mekânsal ve duygusal dönüşleri, bir varlık-yokluk diyalektiği içinde işler. Özellikle, aşkın ve kaybın şiirsel temsili, yalnızca bireysel bir deneyimin ifadesi olmaktan çıkıp daha geniş bir varoluşsal sorgulamaya dönüşmektedir.
Keskin’in şiirlerinde belirgin biçimde hissedilen “gürültü” ve “boşluk” kavramları, Gaston Bachelard ve Jacques Attali gibi düşünürlerin kuramsal çerçeveleriyle ele alındığında daha derin bir anlam kazanmaktadır. Bachelard’ın mekân üzerine geliştirdiği fenomenolojik yaklaşım, Keskin’in şiirlerinde tekrar eden mekânsal metaforlarla örtüşmektedir. Şairin “boşluk” kavramını yalnızca fiziksel bir yokluk olarak değil, anlamın ve kimliğin yeniden inşasına zemin hazırlayan bir alan olarak ele aldığı görülmektedir. Bu bağlamda, ‘Y’ol’ yalnızca bir kayboluş hikâyesi değil, aynı zamanda bir kendini bulma çabası olarak okunmalıdır.
Şiirlerinde dikkat çeken bir diğer unsur, anlatıcı sesin kendisini zamansal ve mekânsal olarak sürekli değişen bir pozisyonda konumlandırmasıdır. Bu değişkenlik, şiirlerinde belirginleşen “gidip gelme” hallerini oluşturur. Ancak bu hareketlilik yalnızca fiziksel bir yolculuğun değil, aynı zamanda duygusal ve bilişsel bir dalgalanmanın yansımasıdır. Özellikle “aşk” ve “kayıp” temalarının işlendiği dizelerde, bu dalgalanma, “aşkın vuruş ve geri çekilişi” olarak tanımlanabilecek bir ritme sahiptir. Burada, Diyonizyak ve Apolloncu sanat anlayışları arasında bir gerilim yaratılmaktadır. Apolloncu sanatın düzenleyici ve biçimlendirici karakterine karşın, Keskin’in şiirleri Diyonizyak bir yoğunlukla acıyı doğrudan deneyimlemekte, onu estetik bir kalıba sokmaksızın ifade etmektedir.
Bu doğrultuda, ‘Y’ol’ kitabı, yalnızca bir şiirsel anlatı değil, aynı zamanda bireyin iç dünyasını, zaman-mekân ilişkisi içinde inşa etme biçimi olarak okunabilir. Şair, boşluk ve gürültü arasında bir varoluş alanı yaratırken sesin mahremiyetle kurduğu ilişkiyi de şiirsel bir deneyime dönüştürmektedir. Keskin’in şiirlerindeki dilsel ritim ve tematik tekrarlar, bireyin sürekli değişen içsel konumlanışını gözler önüne sererken aynı zamanda bu değişkenliğin içinde bir anlam arayışına işaret etmektedir.
“TAŞ PARÇALARI” ÜZERİNE
Geleneğin kolaylaştırıcı kalıplarından yoksun kalan ilişkiler, bireyleri dışlandıkları inanç ve gelenek kapılarını tekrar çalmaya, bu öğretileri kendi kavrayışlarıyla ele almaya itebileceği gibi, bunun dışında yeni ve daha önceden çıkarılmamış bir ses çıkarması için teşvik etmiş de olabilir. Birhan Keskin’in ‘Y’ol’ kitabında bu iki yola meyleden arayış, sevgilinin arkasından yaşanan yas süreciyle iç içe görülür.
Birhan Keskin’in sevgiliyle ilişkilenmesi ona doğru göçüşme ile başlamış, sonra da ondan uzağa savrulmayla sonlanmıştır. Bu gidip gelme halleri, bize sevgilinin kim olduğundan veya anlatıcı sesle ilişkilerinin nasıl kurulduğundan ziyade, şairin aşkın vuruş ve geri çekilişini (yani dalgalanmalarını) dilinde ne kadar ifade edebildiğini gösterir.
‘Y’ol’, şiirlere geçmeden önce Birhan Keskin’in “Sunu (ya da bir parça matematik)” başlığıyla kaleme aldığı düz yazısıyla başlar. Bu yazı, ardından gelen “Taş Parçaları”nda karşılaşacağımız figürlerin ve hikâyenin ön sözü niteliğindedir. Figürlerden birisi “adaletli zalim” tamlamasıyla kadın sevgilinin kendisidir. İkinci figür ise anlatıcı şair sesidir, kendisinden “barbar” diye bahseder. “Taş Parçaları” boyunca varlığını gürültüyle iç içe geçiren şair, gürültüyü sükûnetin doğal bir bozucusu olarak kullanmış ve anlatıcı sesle ilişkilendirmiştir. İnsan olmaya dair en çiğ duyguları kendi tabiriyle “yeryüzünün diliyle” ifade ederken ötekinin gürültü yapan, sevgilinin, okurun ya da her ikisinin düzenini bozan, huzurunu kaçıran ancak diğer yandan onları yatıştıran kendine ait diliyle seslenir. Bu sesleniş yer yer şairi kendisiyle konuşmaya, hesaplaşmaya, bilinçaltını dışa vurmaya, yas döneminde yabancılaştığı kendiyle yüzleşmeye ve sevgiliden ayrıldıktan sonra geride kalan benliği üzerinden varoluşunu ele almaya kadar götüren yolu çizer.
Bu doğrultuda anlatıcı sesin arzularını ancak sevgiliyi tanımlayabildiğimiz kadar, sevgiliyi de ancak anlatıcının kendi mahremini açtığı kadar tanımlayabiliriz. Sevgili, olabilecek her açıdan anlatıcının mahremidir ve kendisinin varlığıyla alakalı neredeyse hiçbir tasvire erişimimiz yoktur. Onun için annesinin inkârından anlatıcının etine dokunuşuna doğrudan bir yol çizilir.
“Taş Parçaları”nda mahrem kavramı, içle, iç içe olmayla ve insanların en sık içinde bulunduğu mekân olan evle ilintilidir. “Ruhumuz bir oturma yeridir. Ve evleri, odaları sürekli anımsayarak kendi içimizde oturmayı öğreniriz. Daha şimdiden görülüyor ki evle ilgili imgeler iki yönde birden ilerliyor: Biz onların içinde olduğumuz ölçüde onlar da bizim içimizde.” (Bachelard, 1996) Ev bir mülk, bir şahsi alandır. Birey bu alana sahip olunduğunda, orada kendi olabileceği yanılgısına kapılır. Kişi, içinde bulunduğu dört duvarı zamanın bir yerinde mülkü olarak algılamışsa süreklilikle ona sahip olmaya devam edeceğini düşünür. Ancak bireyin sahip olduğunu düşündüğü her şey zaman içerisinde dönüşüm geçirir, yıpranır ve eskir. Zaman, bireyden bağımsız akarken onu kendi gerçeklik algısına yabancılaştırır. Kişinin sürekliliğine inandığı, kendisiyle beraber ve ancak kendisi için var olduğunu sandığı her şey, ondan izin almaksızın bir değişim süreci içerisindedir.
“III) Madem arkandan ağlamamı bile çok gördün bana / Al bu taşlar senin olsun… O halde ve bundan böyle / Bütün davullar vursun, telleri kopsun sazların / boşluğa bağırsınlar, birlikte; / Kan kusacağız. / Kan kusacağız. / Madem dünya bunca zalim / Madem yakışmıyor kalbimize. / Bütün davullar gümlesin / boşluktan gelen, boşluğu dolduranı / Boşluğa böğüreni / Vursunnnn. / Bak, nasıl kan kusuyor külde uyuyan / Dünya görsün.”
“Taş Parçaları”nın ve şairin en gizli ama belirgin yeri “gürültü”nün varlığıdır. Gürültü, anlatıcı şair sesi için sahteliğin doğal biz bozucusudur. Düzenli olan, aynı zamanda uyumlu ve yapay olandır. “Boşluğa bağırmak”, gerçekleşmeyeceği bilinen eylemin beklentisiz yerine getirilmesidir, anlatıcı bunu bir sonuç beklediği için değil, kendini ortaya koymak için yapar. Bu dizelerde aşkın hem bir yaralayıcı hem de bir iyileştirici gücü olduğu ima edilir. Sevgiliye duyulan hisler, bir anlık arzu ve acı arasında gidip gelir, tıpkı davul seslerinin ritmik patlamaları gibi.
Dünya ve dünyaya dair her şeye Birhan Keskin’in şiirlerinde değinilir. Boşluk, Keskin’in şiirlerinde başlı başına bir mekândır. Oradan gelmek başka bir şey, orayı dolduran, oraya böğüren şey olmak başka bir şeydir. Kişinin boşlukla ilişkisine göre boşluğun tanımı yeniden şekillenir. Burada kaynaşan etlerin, varlığın varlığa teması sonucu birleşmiş olanın kanayarak ayrılırken geride kalan kendi parçasına yabancılaşması görülür.
“II) İçerde tıkanan çığlık dışarda inliyor / Sabaha karşı / Uyku kabul etmiyor beni / Dışarda bir yerden uzuuuuunnnnuzun / Bir inilti kopuyor. / İçimde zulmün duvarları. / Uykuuuuuuuu / alsana beni koynuna. / Kalktığımda, / banyoya seğirttiğimde gözümden sesler boşanıyor. / İçerde, / sonra bu sessizce akan yaşlar senin, diyor. İçimin duvarlarında / bu taşlar oturuyor, / çıkaramadığım bir ses var, benden onu çıkarıyor, / Taşın sessizliğinde: / Kalın, ilkel, boşluğa doğru, gecenin kovuğundan / dışşşşarı doğğğruuuu: Seni bu yalan dünyaya saldım sonunda / acıyor çoooooookkkkkkkkkkkkk,”
Bedeni sevgiliden ayrıştıktan sonra geriye kalan şey, anlatıcıyı varoluşunu sorgulamaya iter. İç-dış algısı da kendine yabancılaşmayla beraber bozulur. Dışarda bir yerde kopan uzun inilti, kendisinin bastırılmış yas sürecinde sesine yabancılaşmayı, onu çıkarıp önüne koyarak kendisine ait olduğunu idrak etmeden önce bilincinin “içinde” duran şeye uzaklığını gösterir. “Taş Parçaları”nın ilerleyen bölümünde “ben ki hiç kavuşamamıştım sana” demesi, bu yabancılaşma ile beraberdir. Çığlıklar ve inlemeler, gecenin sükûnetini bozar.
Evin duvarları vardır. Bu mahremiyet için gerekli olan gibi görünürken anlatıcının kendini baskılayışı, içinde zulmün duvarlarına dönüşür. Bu duvardan söktüğü taşları atmaya başlamasıyla hem onunla kaynaşık hem ona yabancı olanı, bastırılmış ve keşfedilmemiş olanı önüne koyup yüzleşir.
Gözden yaşlar değil, “sesler” boşanır. Suyun gürültüsü ve gözden “gürültüyle” boşanması, anlatıcının, varlığının bastırıldığı yerden çıkışını ifade eder. “Dünyanın gürültülerine kulak kabartırsak insanların çılgınlığının onları hangi yöne sürüklediğini, hangi umutların hâlâ gerçekleşebileceğini, hangi Rönesansların çoktandır devrede olduğunu anlayabiliriz.” (Attali, 2014)
“IX) Ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata./ İnsan olmuştum ilk o zaman. / Ya da bozmuşlardı beni yenidoğandan. / Kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım, / ölünmüyordu, hatırladım. / Ölünmüyoooooorrrrrrrrrrdu.”
Bedenlerin ayrışmasından geriye kalan, anlatıcının tanışmadığı bir yabancıdır. Düzenli bir cümle kuramaz, bütünüyle kaostandır. İlk acı, varoluşsal, varoluşun temelinde yatan, medeniyet ve kültürün ötesinde son derece ilkel olandır. Apolloncu sanatın aksine, Diyonizyak olan bu acıyı olduğu gibi deneyimlerle ifade eder, biçime koymaya ve süslemeye çalışmaz. Gürültüyle, başına buyruk olmakla ve çıplaklıkla iç içedir.
“XIII) Bırak soğusun parçaların / tekrar bitiştiğinde / başka bir şey olacaksın.”
Ateş gibi bir acıyla birbirinden ayrılmış olan parçaların bitişmesi, etin zamanla yeniden kaynaşmasını temsil ederken bitiştiğinde olunan “başka”, içinde sevgilinin olmadığı yeni benliktir. Parçalar birleşirken boşluğun kendisiyle beraber içerde bir boşluk olduğu hissi de kaybolacaktır.
“XXII) Günler öylece kendi kendine geçsin diye / Bir camın arkasında durdum / Bana dokunmasın hiçbir şey / Hiçbir şey yarama merhem olmasın / İyileşecekse, hiçbir şeysiz iyileşsin diye / Bir camın arkasında durup / Akan hayata ve zamana baktım. / Bilirdim, biliyordum, biliyorum, / Bittiğinde, geçtiğinde, / Azaldığında sızı, iyileştiğimde, / O saman tadıyla karıştığında; / Her şey daha acı olacak.”
“Taş Parçaları” boyunca, şair anlatıcı, kendisini varoluşsal bir belirsizlik içinde konumlandırır. Camın arkasında durmak, bir kaçınma davranışıdır. Birey varoluşunu sorgularken kendisini akışın içerisinde konumlandıramaz. “Taş Parçaları” boyunca kendisini “yerini yadırgayan eşyalar gibi” ya da “varla yok arasında” görmesi, ardından “Ben başka bir şey olmak istememmm, istemedim başka şey” demesi buna işaret eder. “Dışarı” denilen mekânın seyredicisi haline gelir.
“XXVI) O kadar uzun yol geldik ki seninle / Şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu/ Nasıl yürüyeceğiz? (Biz seninle yoldayken yanımızdan ovalar, ağaçlar; titreşen rüzgârlar akmıştı. Bir yolumuz olduğunu, yol kazılarını, yol yorgunluğunu o zamanlar biliyor muyduk?)”
Uzun yol, o esnada yaşananları temsil eder. Şimdi bedenler gibi yollar da ayrılmıştır. Tek bırakılan şair, nasıl yürüyeceğini sorar, sorunun doğrultusu şairin kendi içidir. ‘Y’ol’ kitabının en büyük parçası olan nehir şiir “Taş Parçaları”, işte böyle oluşmaya başlamıştır. “Yol kazaları”, “yol yorgunlukları” iki insan birbirine söz verdikten ve birlikte bir yola başladıktan sonra onların dışında gelişen yaşanmışlığı temsil eder. Bunlar ilişkiyi yıpratır, bedenleri ve yolları birbirinden ayırır. Sevgiliyle beraber mutsuz ama bahtiyar olan, onun bitmeyen döngüsünde hapis, sürekli gurbette, sevgiliye doğru susuz ve yorgun hiç sonu gelmeyen göçte olup yarı yolda suyuna kavuşamamaktan ölen şair, şimdi başka bir sorunla baş etmek zorunda kalır; yolda tek kalmak ve tekliğiyle yüzleşmek.
SONUÇ
Birhan Keskin’in ‘Y’ol’ adlı şiir kitabı, bireyin içsel yolculuğunu, varoluşsal salınımlarını ve kayıp ile yas sürecini şiirsel bir dille ifade eden bir metin olarak okunabilir. Şairin gürültü ve boşluk kavramları arasında kurduğu diyalektik, bireyin varlığını sorgulama sürecine ışık tutarken bu sürecin mekânsal ve duygusal boyutlarını da belirgin hale getirmektedir. “Taş Parçaları” özelinde ele alındığında, şairin yas ve kayıp temasını Diyonizyak bir sanat anlayışıyla ele aldığı, acıyı estetize etmek yerine ham ve doğrudan bir anlatımla aktardığı görülmektedir. Anlatıcı sesin sevgiliyle olan ilişkisinde yaşanan gidip gelme halleri, yalnızca bireysel bir aşk deneyiminin değil, aynı zamanda bir kimlik inşa sürecinin de parçası olarak ortaya çıkmaktadır. Sevgiliden ayrılan anlatıcı, geriye kalan benliği ile hesaplaşırken boşluğun ve gürültünün anlamını yeniden keşfetmektedir.
Bu bağlamda, ‘Y’ol’, yalnızca bireysel bir kayıp ve arayış anlatısı değil, aynı zamanda bireyin varoluşsal sancılarını ve bu sancılar içinde kendini konumlandırma çabasını şiirsel bir dil aracılığıyla çözümleyen bir metin olarak okunabilir. Keskin’in şiirlerindeki ritmik tekrarlar ve duygusal dalgalanmalar, bireyin yaşadığı varoluşsal krizi dile getirirken bu krizin içinde yeni bir anlam inşa etme sürecine de işaret etmektedir. Dolayısıyla, ‘Y’ol’ yalnızca bir şiir kitabı değil, bireyin kendi varoluş yolculuğuna ışık tutan bir anlatı olarak da değerlendirilebilir.
KAYNAKÇA:
– Apaydın, M. (2019). “Birhan Keskin’in Şiirlerinde Aşk Söylemi / Nigâr Hanım’dan Günümüze Türk Edebiyatında Şair Kadınlar Uluslararası Sempozyumu Bildirileri” (s.43-64). Gazimağusa: Doğu Akdeniz Üniversitesi.
– Attali, J. (2005). ‘Gürültüden Müziğe’ (Gülüş Gülcügil Türkmen, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
– Bachelard, G. (1996). ‘Mekânın Poetikası’ (Aykut Derman Çev.). İstanbul: Kesit Yayıncılık. (Orijinal çalışma basım tarihi 1957).
– Keskin, B. (2006). ‘Y’ol’. Metis Yayınları.
– Yılmaz, O. ve Büyükarman, D. A. (2020). “Birhan Keskin’in Şiirlerinde Birleşen, Taşan, Çoğalan Beden”, Motif Akademi Halkbilimi Dergisi, 32 (13), 1675-1689.