TARİHSEL GERÇEKLERİN IŞIĞINDA İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
-ÇANAKKALE-
Ülkemiz 21’inci yüzyılın başında akıl almaz bir şekilde, 16’ncı yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu şartlarına dönmeyi hayal etmektedir, bir yandan da ülkeyi yasadışı olarak bu düzeni yaşar hale getirilmiştir. Kadını eve kapatma, erkek ve kız çocuklarına tecavüz ve küçük yaşta evlilikler, Osmanlı Dönemi’nde kölelik düzeninin yaşandığı yıllardaki acı verici yaşam istismarlarına çok benzemektedir. Bu tür durumlar, özellikle son yıllarda gittikçe artan bir sıklıkla karşılaşılır hale gelmektedir.
Okullarda yıllardır okutulan Anadolu Selçuklu İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili tarih sadece savaşlardan ibaretti. Sadece kağanların, hakanların ve beyliklerin savaş hikâyeleri anlatılıyor; Osmanlı’da ise koca imparatorluğun nüfusu sanki sadece padişahlar, sadrazamlar, sultanlar ve savaşa katılan askerlerden ibaretmiş gibi gösteriliyordu. Bu tarih sosyal yaşamın nasıl olduğunu, meslekler, ekonomik çalkantılar, sanayi-üretim ilişkileri ve sosyal ilişkilere dair bilgiler içermiyordu.
Eğer tarihin gerçek boyutunun tamamı okutulsaydı, kim bilir daha neler neler öğrenecektik, belki de o yaşamı hayal edenlere karşı şimdi tıpkı Almanya’da Hitler yanlılarına duyulan nefreti duyacaktık. 1453 İstanbul’un Fethi hakkındaki bunca kahramanlıklar bize çok anlamlı gelmeyecekti. 1071 Malazgirt’i zafer olarak kutlamak istemeyecek, egemenlerin güç gösterisi sonucu çok sayıda insanın canının feda edildiği, ego tatmininden ibaret elde edilmiş zaferler olduğunu düşünecektik. Çünkü düşünme; bilgi ve iradenin bileşenidir. Tarih o günün şartlarına uygun olarak şekillenir, bugün yapılan her duygusal söylem afaki olarak kalır.
Amerika, bu çağda yaptıklarıyla her ne kadar güçlü bir ülke olarak aynı zamanda teknoloji ve bilim üretmedeki önderliği sayesinde saygıdeğer bir konumda olmasının yanında, diğer ülkeler açısından dünya halkları üzerindeki baskısı ve katliamları ile barbar olarak görülmektedir. Bu ülke zayıf düştüğünde itibarını diğer ülkelerin tümünden daha fazla yitirecektir.
Gerçekleri öğrenseydik; hayat kalitemizin şehirlerin ve doğanın güzelliğiyle, zengin coğrafyaya sahip olmamızla sağlanamayacağını bilecektik. Neye inandığını bile bilmeyen ve bu inancın, kimliğinin nasıl bir parçası haline geldiğinin farkında olmayan ve üstelik hiç de merak etmeyen bir toplumla sadece kahramanlık hikâyelerine inanıp şoven duyguları besleyerek egonun abartılmasına dayalı, düşük kaliteli bir yaşam sürmekten ibaret kalmayacaktık.
Merak edip kültürümüzün nasıl inşa edildiğine dair süreçleri öğrenmiş olsaydık eğer, halk olarak çoğunlukla onuru düşük bir şekilde ve sürekli kahraman yaratıp ona tapma, ona biat etme ve kendini değersizleştirerek benliğini kulluğa ve köleliğe indirgemeyi çok seven bir toplum olmazdık belki de. Canımız pahasına edindiğimiz ülkemize, emek verdiğimiz çocuklarımıza bırakacağımız güzel bir ülke, biricik yaşamımızın geçmişin kahramanlık egolarına malzeme olmasına asla izin vermezdik. İnancımız paralelinde tasvir ettiğimiz tanrının evrensel insanlık değerleriyle örtüşmediğini fark edecektik.
Kötü zihniyetleri anlamaktaki maharetimiz son derece zayıf, oyunlarına geldiğimiz egemenlerin bize bellettikleri kötü niyetliyi iyi, iyi niyetliyi kötü algılamamızda yaşadığımız sorunun farkında olurduk belki, kronik nefret sendromu seçimlerimizi belirlemezdi o zaman. Cahilliğimizin sonucu olarak en az yüzde 30 oranında muhafazakâr bir kitle hiç değişmeyen ön yargılarla ve babadan oğula geçen bir mirasla seçimler yapmaktayız. Bugün olanları dünden sezme yeteneğine sahip olmayan, niyet ortaya çıktıkça sürekli günah çıkaran bir aydın kitlesi aydın olabilir mi? Karmaşa ve bilgi çarpıtma kurbanı bir toplum olduğumuzu fark ederdik. Ve körlüğünü itiraf edemeyip hâlâ iddialarının doğruluğuna inanan insanlara sadece hain der geçerdik.
Sizlere 3 kitaptan bahsedeceğim. Bu kitaplar 7’nci yüzyıldan itibaren miras aldığımız kültürü anlatmaktadır. Okuduğunuzda günümüz Türkiye’sinde yaşadığımız bazı olaylarla ilgili size ışık tutacaktır. Hayata bakış açınız değişecek, televizyonda izlediğimiz siyasal çekişmelerin istismar olaylarının yolsuzlukların tarihsel süreçler içerisindeki yerini bulacaksınız.
– ‘Nasıl Müslüman Olduk?’ (Yazarı: Erdoğan Aydın)
– ‘Osmanlı’da Oğlancılık’ (Yazarı: Rıza Zelyut)
– ‘Engereğin Gözü’ (Yazarı: Zülfü Livaneli)
‘Nasıl Müslüman Olduk?’ kitabından savaşlarda elde edilen ganimet kültürünü miras aldığımız Arap İmparatorluğu’nun “İslamiyet’i yayma” bahanesi ve aracıyla zenginleşmesi sürecinde; önce Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’na yönelik saldırıları, daha sonra da o muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun Araplardan öğrendikleri ganimet savaşları ile zenginleşerek devasa güç haline gelmelerini ibretle okuyacaksınız.
‘Osmanlı’da Oğlancılılık’ kitabında sadece zenginliklerin yağmalanmasıyla sınırlı kalmayıp insan ticaretine dönüşen ve insanların alınıp satılmasına, cinsel istismarlara maruz bırakılmasına ve giderek bu kültürün nasıl kurumsallaştığına tanık olacaksınız.
‘Engereğin Gözü’ kitabında ise, saraydaki egemenliğini ayakta tutmak için kadın ve erkek kölelerin yaşadıkları dram dolu hayatı öğreneceksiniz.
İmparatorlukların o muhteşem zaferleri dışında yaşanan bir hayat var, sefalet çeken bir halk, yağma kültürü sonunda çöken bir imparatorluk.
Dünyanın en güzel mevsim çeşitliliğine sahip olan, en zengin coğrafyasında yaşamak yerine buzul ülkesi Norveç’te yaşamayı tercih etmezdik. Yağmur ve soğuk ülkesi olan İngiltere’de, soğuk ve gece-gündüz dengesi kötü olan Kuzey Avrupa ülkelerinde, karlar ülkesi Kanada’da, itilip kakıldığı Fransa, Hollanda ve Almanya’da yaşamayı tercih etmezdik. Yapılan bir referandumda diktatörlüğe oy veren bir kültüre sahip toplumun bu sorunları aşıp gelişmesi ve kurt kapanından kurtulması beklenemez.
Yukarıda belirttiğim tarihsel süreçler, kendine antik çağ kralları gibi tanrısal güç atfeden yöneticilerin bulunduğu bir ülkede İstanbul Sözleşmesi’nin neden gerekli olduğunun ve böyle yöneticilerin insafına bırakılamayacağının bir kanıtıdır.