FELSEFE 

SEÇİMLERİMİZİN KAYNAĞI: AİDİYET

Uygarca bir seçim yapmadıkça bir gün kendimizi köleleştirilmiş bir toplumun “zombi” bireyleri olarak bulabiliriz.

Kişi, bireysel olarak kendini güçsüz hissediyor. Bu amaçla bir bütünün parçası olmak ve kendini güçlü hissetmek istiyor. Karar vermek, kendini ifade etmek, dış tehditlere karşı koymak için bir gruba ait olmak ihtiyacında. Bir tanrıya bağlanmak, ona sığınmak, bir dine, bir mezhebe ya da bir tarikata sığınmak da bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Bir toplumun, bir milliyetin, bir milletin parçası olmak, etnik aidiyet, aynı inanca sahip insanlar topluluğunun parçası olmak, ırk, tarihsel ortaklık, akrabalık, daha pek çok toplumsal gruba ait hissetmek bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor.

Kişisel gelişmişlik, entelektüel düşünme düzeyi, bu aidiyeti daha insani ve evrensel hakların savunulmasında farklı boyutlara taşıyabilmektedir. Bu kişiler evrensel haklarının, toplumsal düşünme kalıplarının kendi üzerindeki sınırlamalarından çok daha fazla olduğunun farkına varıyor. Toplumsal düşünce kalıplarını, paradigmaları irdelemeden ve değiştirmeden gelişme sağlamak çok zordur.

Doğan Cüceloğlu’nun ‘Savaşçı’ kitabında bireyin düşünce kalıplarına karşı yaptığı savaş çok etkili bir şekilde anlatılmıştır. Kitap; özgün olmanın bir zayıflık olunmadığının, tam tersine kişisel zenginlik olduğunun farkına varılmasını sağlayıcı bir bakış açısı sunuyor.

ÖZGÜN OLMAK ÖZGÜRLEŞTİRİCİDİR

Sigmund Freud’un çalışmalarına ilham kaynağı olan “toplum ve kitle psikolojisi” üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Fransız sosyolog ve antropolog Gustave Le Bon, “Bir grupta her duygu ve eylem bulaşıcıdır. Öyle ki bir birey kolayca kendi kişisel çıkarlarını grubun çıkarlarına feda edebilir” demiştir ve şöyle devam etmiştir: “Araştırmalar göstermiştir ki eylem içerisindeki bir grubun içinde yer almış bir birey çok geçmeden gruptan yayılan bir etkiyle hipnotize edilmiş gibi grubun etkisine girer. Kişi kendini hipnotize eden kişinin etkisinde büyülenme haline çok benzeyen bir hal içinde bulur. Bilinçli kişilik tümüyle gözden silinir, istenç ve sağduyu yitirilir. Tüm duygu ve düşünceler hipnotize edenin belirlediği doğrultuda çarpıtılır.” [‘Uygarlık Toplum ve Din’, Sigmund Freud]

Gustave Le Bon, çok zeki insanlardan oluşan bir grubun bile ortalama zekâsından daha kötü bilinç sergileyebileceğini belirtmiştir.

Toplumsal aidiyet eğilimleri kişilerin seçimlerinin de kaynağıdır. Kişi her ne kadar özgür kararlar verdiğini düşünse ya da söylese de aslında kararlarını bu çerçevede verdiğinin farkında değildir. Yaşamını dar sınırlara hapsedip olanaklarını görmezden gelmeyi yeğlemektedir. Onun yaptığı seçimler çoğunluk tercihine dayalı toplumsal yaşam sistemi içinde kendisi de başkalarının yaşamlarını kısıtlamaktadır. On yıllarca, yüz yıllarca halk kitleleri grup psikolojisini yöneten egemenlerce topluma kendi çıkarlarıyla çelişen seçimler yapmalarını sağlayabilmiştir.

ÖZGÜR İRADEMİZ NE KADAR ÖZGÜR?

Aldığımız eğitimler, tüketim alışkanlıklarımız, duygusal ihtiyaçlarımızın seçimlerimizin üzerinde ne kadar etkili olduğunun farkına bile varamıyoruz. Kendimizi değerli hissetmek için ihtiyaç duyduğumuz pozitif geribildirimler bizi başkalarının tuzaklarına çekebilmektedir.

Toplumun düşünme kalıplarını aşmak reddedilmeyi ve hatta çatışmayı göze almak demektir. Bunu yapabilmek kolay değildir. Bu nedenle yanlış olan düşünce kalıplarının yıkılması uzun zaman almakta, bedeller ödenmekte ve acılar çekilmektedir.

Adolf Hitler’in 1923 yılında Landsberg hapishanesinde birlikte kaldığı Rudolf Hess tarafından kaleme alınan ‘Kavgam’ adlı kitapta ileri sürülen Yahudi karşıtı düşünceler, Yahudilerin Alman ırkının gerilemesine neden olduğuna dair söylemler, Birinci Dünya Savaşı’nda yenik düşmüş ve kayıplar yaşamış olan bir topluma gerekçe olarak sunulmuştu. O yıllarda yaşanmakta olan sosyal psikolojiye uygun söylemlerle toplumun eğilimlerini yöneten Hitler, bir kez daha grup psikolojisinin etkisiyle Almanya’yı felakete sürükledi.

Ailesi dindar ve şoven yapıda bir insanın inançlarını özgürce sorgulaması ne kadar mümkün olabilir ki? Bir millete, milliyete ya da etnik bir topluma ait bir bireyin bağımsız ve özgür düşünebilmesi ne kadar mümkün olabilir?

Özellikle de karşıda bir düşman var ise, insan olmaktan gelen ihtiyaçlarımızı, vicdanımızı, sevgiyi, şefkati, hoşgörüyü kolaylıkla göz ardı edebiliyoruz.

İnsan aklını aldatan en etkili yöntem, sahip olduğunuz grubun karşısına bir düşman koymaktır. Karşıda bir düşman var ise, aldatılmaya eğilim artar. Grup psikolojisi düşmanlığı mantıksız bir şekilde çok ileri boyutlara taşır. Hayati çıkarlar bu sayede feda edilebilir.

Din kitaplarında “biz” ve “onlar” şeklindeki ayrışımlar çok güçlü fakat kirli bir ego yaratmaktadır. “Onlar” hep yanlış olanlar, kötülük saçanlar, tanrıya itaat etmeyenlerdir. “Biz” tarafı ise, en doğru, iyi ve uyulması gereken doğruları bilen, iyilik-doğruluk timsali olan taraftır. İnanca göre “biz” tarafı cennete gidecek olan taraftır. “Onlar”dan nefret eden kitleye dönüşmüş olan gruplar, en ilkel intikam duygularıyla harekete geçerek “onlar”ı cezalandırmak ister.

Tüm bunlar seçimlerimizin bizden çok önceden yapılmış olduğunun göstergeleridir. Biz kendi irademizle seçmediğimiz yargılarla karar veriyoruz. Kişi farklı düşünmek için bir engelinin olmadığını ifade ederek var olanı onaylamasını özgür seçim zannediyor.

AİDİYET OLMASAYDI…

Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi “aidiyet”, evrensel insan ihtiyaçlarımızın göz ardı edilmesine kolaylıkla yol açabilmektedir. Tehlikeli ve sıkıntı verici olan budur. Eğer bu “aidiyet” dürtüsü olmasaydı bunca savaşlar yaşanmayacak, inançlar belki de böylesine körü körüne destek bulmayacaktı.

Aidiyet” duygusu siyasi liderler için de gösterilmektedir. Bu, özgün ve özgür kararlarımızı sabote etmektedir.

Tüm bu kriterler göz önünde bulundurularak ülkeyi yöneten insanların seçimini yaparken, kişisel ve insani çıkarlarımızı neden bu kadar kolay feda ettiğimizi daha iyi anlarız.

Özgür”e en yakın seçimler yapabilmemiz, bizim bilinç düzeyimizle ilgilidir.

Ülkenin gelişimini sağlayacak şey, yaşamımızda insanlığın ortak ihtiyaçlarına uygun seçimler yapmamızla mümkün olabilir. Farkındalığı düşük, sadece aidiyet dürtüsüyle yapılan seçimlerle elde edeceğimiz yaşam düzeyi halen sahip olduğumuzdan daha iyi olmayacaktır.

Gerçek tarihten dersler çıkarmak bizi belki de saplantılarımızdan kurtarabilecek önemli bir adım olacaktır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar