POLİTİKA 

GEÇMİŞİMİZİN O ‘1 MAYIS’I

Bugünümüzün Derin Geçmişi” yazı dizimin son kısmı olan dördüncüsünü yayımlamadan önce, gündemi 1 Mayıs İşçi Bayramı’ndan koparmamak için sıcak olarak takip ettiğim o yılları yazmak istedim.

Her “1 Mayıs”, ülkemizde toplumsal bir heyecan yaratan, zihinlerin Taksim’e odaklandığı çok anlamlı bir gündür. İşçi bayramının ötesinde sendikal mücadelede bir kilometre taşıdır.

Yıl 1977… İki kutuplu bir dünyada diğer üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye de bu kutupların savaş arenasıydı. Emperyalist dünyanın vazgeçilmez taktiği, suyu bulandırıp toplumun gerçek düşmanını görmesini engelleyerek efsanevi bir düşman yaratmaktı. Bu düşman komünizmdi. Her solcu bir komünistti ve demokratik denilen seçimler bu nefretin etkisinde yapılıyordu.

Ülkeler emperyalizmin müdahaleleri nedeniyle kaderlerini kendileri tayin edemiyorlardı. Toplumların siyasal seçimlerdeki tercihlere, emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından yaratılmış efsanevi düşmanın korkusu damga vuruyordu.

Bu korkuya göre, komünizm öyle bir rejimdi ki:

– O rejim altındaki insanların hayatı kararıyordu.

– Herkes o rejimden kaçmak istiyordu.

– Marketlerde ürün bulunamıyordu.

– Her konuda yokluk çekiliyordu.

– Metrelerce uzayan kuyruklar vardı, buna rağmen istenilen ihtiyaç malzemeleri alınamıyordu.

– Herkes her an her dakika Sovyetler Birliği’nin istihbarat ve gizli servisi KGB tarafından takip ediliyordu.

– Çok sayıda insan, devlet tarafından takip ediliyor, ajanlar göz açtırmıyordu.

– Rejim karşıtları yargılanmaksızın idam ediliyordu.

– Rejimin hoşuna gitmeyen sözleri söylemiş insanlar ihbar ediliyor ve KGB tarafından infaz ediliyordu.

Kısacası, komünizmle hayat Hollywood sinemasının korku filmlerindeki gibi dehşet vericiydi. Toplum bu korku ile dayatılan faşizme bile razı edildi. Sendikal faaliyetler, dernekler, sivil toplum kuruluşları, ilerici, insan haklarını esas alan her türlü faaliyet bu korkunun istismarı ile yok edildi. Kutsallaştırılmış olan devlet, halkı korumak adı altında esas görevi olan hizmet faaliyetleri yerine korkunun istismarına yöneldi. Buna rağmen sol ve sosyalist hareket ve sendikal faaliyetlerin yükselişi durdurulamadı. 1970’li yıllarda 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlük ve 68 Kuşağı’nın yarattığı farkındalık ortamında bilinçlenmiş olduğundan faşist, ırkçı ve radikal söylemler toplumdan yeterince prim toplayamadı. Ancak can kaybı riski ve çocuklarının tehdit altında olmasıyla toplumun içine gittikçe artan korku salınması gerekiyordu.

Toplumda düşünmek yerine tepkisel davranışlara neden olan olaylar yaratıldı. Bu nedenle provokasyonla artan suikastlar ve toplumsal olaylarda acı bilançoların ortaya çıktığı katliamlar yaşandı. 1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı işte buna yönelik bir provokasyondu. Mitingi çepeçevre kuşatmış olan silahlı kuvvetlere ait zırhlı araçlarla donanmış on binlerce polis ve onca istihbarat faaliyetlerine rağmen meydanın en can alıcı ve en fazla dikkatle takip altında olması gereken o zamanki adıyla Intercontinental Otel’den açılan yaylım ateşi ile zaten o zamana kadar can korkusu salınmış kitlede panik yarattı. Bu panik sonucu birbirini ezen kitlenin karmaşasından sözüm ona terörü bastıran güvenlik güçlerinin zırhlı araçları altında insanlar ezilerek can verdi. 37 insan öldü, çok sayıda kişi yaralandı.

Ecevit’in sık sık bahsettiği ve ülkemizde gizli bir elin olayları tahrik ettiğini söylediği gibi CHP İzmir Milletvekili Süleyman Genç de, “Bıçağın Sırtındaki Türkiye” adlı kitabında Kontrgerilla faaliyetlerini anlatıyordu. Kitapta o yıllardaki işbirlikçi örgütler ve hareketler deşifre ediliyordu. 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın CIA üzerinde yarattığı korkunun bir rövanşı olduğu yorumları yapıldı. ABD bu korkuyu o yıllarda kendisiyle işbirliği yapan hükümetlerin desteğiyle pek çok ülkeye yaydı. Özellikle de petrol zengini bazı Arap ülkelerinin yönetiminde Sovyetler Birliği’nin söz sahibi olması CIA açısından Türkiye’yi daha da önemli hale getirmişti. Türkiye, ABD açısından stratejik bir üstü. Demokrasi söylemlerini sadece görsellikten ve aldatmacadan ibaret haline getiren casusluk faaliyetleri ile bölgemizdeki bazı ülkelerin geleceklerini işte böylesine pranga altında tutmayı başardı. İran, Ürdün, Lübnan gibi ülkeleri Suriye, Libya, Mısır ve Irak’ta olduğu gibi kaybetmek istemiyordu. Zira bu ülkelerde ABD karşıtı yönetimler iktidardaydı.

Sonuç olarak ülkeyi şov amaçlı da olsa demokrasinin hiçbir olanağından yaralanmayacak şekilde yönetmenin kolaylığını sağlayan askeri darbe yapmak onlar açısından kaçınılmazdı.

Tıpkı 5 bin yıl öncesinin egemenlerinin yaptığı gibi, bugün de egemenlik gücünü elinde tutan yeni tip kralların ya da Osmanlı deyimiyle padişahların yaptıkları gibi…

Bu durumda özellikle üniversitelerin aydın yetiştirmesi gerektiği inancını beslerken geçen 5 bin yılda, yani Sümerlerden bu yana toplumların neden değişmediğini, neden hâlâ köle olmayı böylesine içselleştirdiklerini merak etmemek mümkün mü?

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar