DEMOKRASİ TİYATROSU
-ÇANAKKALE-
Bir güç elde etmenin en etkin yöntemi size ve söylemlerinize sürekli karşı çıkan ve sürekli muhalefet eden bir grubun olmasıdır. Bu durumda taraflar arasında rekabet ve düşmanlık, mantığın önüne geçer. Gruplar savunduğu fikirlerden çok, taraftarı olduğu grubun galibiyeti veya mağlubiyeti üzerine odaklanır. Böylelikle en aptalca, normal insan zekâsının çok altında fikirler bile kabul görür. Bu nedenle düşünce ve inancın rakipleriyle çatışması devamlılığının vazgeçilmez yoludur.
Bir ülkeyi yönetmek ya da yönetmeye aday olmak elbette kişisel olarak gurur vericidir. Ancak egonun yükselmesine, narsistik etkilere de neden olabilir. Oligarşik, monarşik, teokratik veya faşist bir düzende ülkeyi yöneten kişinin mutlak egemen olması gerekir. İnsanlık tarihi o makamlara gelmiş insanların mutlak egemenliğini korumak, kendini yüceltmek adına yaptığı vahşet ve katliamlara tanıklık etmiştir. Ancak her “kişi egemenliğinin” gerisinde o kişiye destek olan, muktedirin beslendiği ve ondan beslenen egemen sınıfların karşılıklı çıkar ilişkileri vardır. Bunlar, egemen ülke ve sınıfların desteğiyle o liderin iktidara güçlü bir şekilde tutunması için kişinin iktidarını sürekli besler ve “muktedir” olmasını sağlar. Bu ilişki çarkı, aptalca şeyler yapan bir kişinin iktidarda tutunabilmesinin tek yoludur. Çıkarlar ağı geniş halk kitlelerini de içine alan bir sarmala dönüştüğünde çözülemez, denetlenemez hale gelir. Muktedir, toplumun tek çözüm odağı olarak varlığını sürdürür.
Bu altyapıyı başta belirttiğim birbirine zıt nüveler oluşturur. Zıtlıklar ne kadar keskinleşirse tarafların bağlılığı ve bağımlılığı o ölçüde artar. Ancak devleti elinde bulundurmanın verdiği güçle rakibini gittikçe zayıflatan ve ezen muktedir, rakibinin zayıflaması sonucu taraftarlarının var olma sebebini ortadan kaldırır. Bu, çöküşün başlangıcıdır.
“Bir toplum ne kadar özgür olursa güç kullanmak o kadar zorlaşır.” – Noam Chomsky
Bir ülkenin, bir toplumun, bir kitlenin nasıl yönetileceği o toplumun içinde bulunduğu ekonomik düzenin, entelektüel birikimlerinin, içinde bulunduğu coğrafyanın etkileri altındadır. Faşizm, halkın cehaletinden beslenir. Halk ne kadar cahil ise muktedir o ölçüde güvendedir. Bu nedenle halk kasıtlı olarak, bilerek ve isteyerek devleti eline geçirmiş faşist yönetimlerce cahil bırakılır.
Demokrasilerde devlet yönetimi ile ilgili bütün mevki ve makamların hizmet olarak algılanması gerekirken gittikçe diktatöryal rejime yönelen ülkelerde mevki ve makam sahipleri pozisyonlarını egemenlik alanı olarak kullanırlar. Bu yapı yaygın olarak şirketlerin yönetim kademelerinde, bürokraside ve diğer alanlarda da görülür. Hatta site ve apartman yönetimlerine bile indirgenebilir. Böyle bir algı, demokrasi kültürünün eksikliğini ifade eder. Bu; hukuk sisteminin bozuk, adalet sisteminin işlevsizleşmeye başladığı durumlarda ortaya çıkar.
Demokrasi ve kurumları, ekonomik ve kültürel altyapısı olmadan sağlıklı ve sürdürülebilir değildir. Sadece seçim yapmak demokrasi değil, “parodi tiyatrosu”dur.
“Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen birine hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır! Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!” – Friedrich Nietzsche.
Yaşam felsefesi olmayan insanlar doğru seçimler yapamaz. Kişi nasıl bir dünyada yaşamak istediğine karar vermeli ve bu hedefe uygun seçimler yapmalıdır. Örneğin sanayi şehri olan Bursa’nın işçi düşmanı bir zihniyet tarafından yönetilmesi böyle bir kültürün eksikliğinin göstergesidir. Bu durum, entelektüel bir örgütlenme eksikliğini gösterir.
Demokrasinin korunmasının, hukuk devletinin, sosyal devlet inşa edilmesinin, kurumların liyakate göre yapılandırılmasının, sivil toplum kuruluşlarının etkinliğinin sağlanmasının, siyasi partilerin anayasaya uygun hale getirilmesinin, seçmen manipülasyonuna engel olacak demokratik kurumların, medyanın yeniden sağlıklı bir şekilde yapılandırılmasının insanı odak alan sol entelektüel değerleriyle mümkün olabileceğini anlamak için toplumların demokrasi tarihine bakmak yeterlidir.
Siyaset, kişisel ikbal ve egonun tatminine yönelmişse, düellolar toplumun beklentilerinin karşılanmasına yönelik mücadeleden çok, “ben-sen” ilişkisine dönüşür. Bu çerçevede bakıldığında ülkemizin siyaseti “muktedir ile muhalif olan alternatifi” çekişmesinden ibaret kalıyor. Karşıt, varlığını sürdürmeye devam ediyor. Bunun yanı sıra entelektüel muhalefetin artması da umudu ayakta tutan çok önemli bir faktördür.
Demokrasi; bilinçli kitleler, bireyleri özgür, kurumları sağlıklı işleyen, itiraz eden, katılımcı, düşünen sorgulayan, eğitimli bir toplumla şekillenebilir.
Demokrasinin çoktan rafa kalktığı ancak sadece seçime indirgendiği ülkemizdeki söz düellolarında, parti genel başkanlarının zaman zaman kullandıkları ifadelerde makamların ne kadar kişiselleştirildiğine tanık oluyoruz. İddialaşmalar, restleşmeler bir ideal uğruna değil de kişisel ikbal uğruna yapıldığı izlenimi veriyor. Özellikle seçim çalışmalarında parti genel başkanlarının posterlerinin partiden daha çok öne çıktığı görülüyor. Yerel seçimlerde bile belediye başkanı adaylarını arka plana itecek ölçüde genel başkanlar boy göstermektedir.
Bütün bu davranışlar demokrasinin içselleştirilmediğinin göstergeleridir.
“Z” kuşağının tepkileri, 2013 yılındaki “Gezi” direnişinin ortaya koyduğu mizahi eylemler, tüm siyaset çevresini gülünç duruma düşürecek akıl dolu sloganlar, duvar yazıları ülke adına umut vericidir. Tüm bunlar, şu an sessiz olan bir potansiyelin varlığını gösteriyor.
Uygar bir toplum –haksızlığa, hukuksuzluğa, kötü yaşam koşullarına– itiraz eder, doğal olan budur.
Bir gün halk önünde oynanan teatral “Beyefendi-Bay Kemal” çekişmesinin geçmişten hatırlanan bir tebessüm olarak hatırlanacağı güzel günler dilerim.