TOPLUM YAŞAM 

BİR YUDUM SEVGİ

Bana,/ bir yudum sevgi gerek sadece/ ama ön koşulsuz./ Sen öyle sanmasan da dostum/ eşitiz biz,/ sonsuz değil ömrümüz,/ hem sen, hem de ben./ Bugün varız, yarın belki de yokuz.” – S. T.

İlişkilere mütevazı, ılımlı, insani ihtiyaçlar boyutunda baktığınızda farkındalığımız artıyor ve hayatı daha berrak görüyoruz. Gördüğümüz şeyler sıradanlaşmış gibi görünse de aslında içimizi çok acıtıyor. Bunu kanıksıyoruz sadece; ancak gerçek değişmiyor. Bu çerçevede gördüklerimiz, büyük bir çoğunlukla insanların hayatlarının ne kadar yıkıcı çalkantılar içinde yaşandığıdır.

Sosyal yaşam; sözüm ona baskın olma adına aşağılayıp, küçümseyici tavırlar takınıp, karşısındakini değersizleştirip başka insanların hata yapmaları için fırsat kollayan, fırsatını bulduğunda karşısındaki insanı paçavraya çevirecek güç gösterisi yapan insanlarla dolu. Ancak bazen bu yöntemi kullanan insanlara karşı acıyı onlara iade etmek için aynı yöntemi kullanmak kaçınılmaz hale geliyor. Çünkü bu tarz insanların zafere ulaşması sosyal açıdan tehlikeli sonuçlar doğuruyor. Hayatları altüst edilen insanlar, bu insanların umurunda olmuyor. Bu tarz insanlar engelle karşılaşmadıkları takdirde zaferleri egolarını zirveye taşıyor.

Hayatımın her döneminde, özellikle iş yerleri gibi insanların uzun süreli ve toplu halde yaşadıkları ortamlarda insanı boğan bir rekabet ve yüce kişilik(!) şovları, akılsızca ve komik baskın çıkma eğilimi, ezen yöneticinin astları tarafından “güçlü” olarak algılanması gibi kabul edilemez bir boyun eğme davranışıdır. Yöneticinin bu trajik yönetme ve stratejik zekâ düşüklüğü nedeniyle makamını kullanarak güç elde ederken bunu şova çeviren, şarlatanca davranışları ile beklenen veya arzu edilen iş başarısını yakalama şansı düşük üst yöneticilerce yönetilen şirketler aynı zamanda çalışanların kaderini de belirlemektedir. Bu tarz yöneticiler sosyal bilim laboratuvarının numuneleri gibi ortalıkta gezmektedir. Kaynaklarını planlamak ve yönetmek yerine egolarını ve çıkarlarını yöneterek fayda yaratan bir sonuca ulaşmaktan uzak, değer yaratmayan fakat şatafatlı işler yaparlar. Onun yarattığı tahribatı çözmesi için atanan başka bir yönetici de genellikle sorunları çözmekten uzaktır. Çünkü o kişi de, tehlikenin ve risklerin yüksek olduğu ülkemizde doğal olarak çocuklarını ezilmemek için ezmesi gerektiğini öğreten bir aile yapısı içinde büyütülmüştür. Bu hastalıklı yapı, toplumun genel karakteristiği haline gelmiştir. Bu yöneticiler büyüdükleri halde gelişmemiş tiplerdir. (Burada mesleki yetkinliği kastetmiyorum.)

Bu, yönetsel fayda sorunudur. Güce tapınma, kapitalist sistemde istenen bir kültürel değerdir. Bu sayede toplumlar kendilerini ezen insanları kanıksar ve normalleştirirler.

Kapitalizmin toplumun karakterini nasıl bozduğunu size Slovenya’da sohbet ettiğim bir insanın sözlerinden aktarayım. Aradan 15 yıl geçti, sözleri birebir aktaramasam da, çarpıcı bir farkındalık yaşatması nedeniyle beni çok etkileyen saptamalar içeriyordu.

Görüştüğüm kişi, beni havaalanından almaya gelmişti, şirketin üst düzey yöneticisiydi. Kullandığı otomobil kendine aitti. Yol bir saat sürmüştü. Bu süre içerisinde iş konuları dışında benim sorum üzerine ülkede sosyalizmin çöküşünden sonra yaşanan sosyal değişimden bahsetti.

Bir dokunup bin ah işitmek tam da buydu.

Ülkede adalet duygusu kayboldu, dostluklar yerini rekabete bıraktı, daha üstün olmak dürtüsü gelişti, gelir adaletinin bozulması nedeniyle ebeveynler çocukları karşısında saygınlıklarını yitirdiler. Kardeşlerarası yaşam seviyesinde farklılıklar oluşmasının aile içindeki sıkıntıları arttı” dedi, aynı iş ortamında daha ön plana çıkıp arkadaşını saf dışı bırakmak eğiliminin geliştiğini, üstte olma egosunun eziciliği altında ezilmemeye çalışan insanların etik olmayan yollara başvurduğunu ve giderek artan mutsuzluğun yarattığı depresyonu anlattı.

Sosyalizmin daha iyi olduğunu söylemesi beni şaşırtmıştı. Şaşkınlığımı belirtmemin nedeni, onun sosyal konumuydu. Kendisine, “Siz bu şirkette patron düzeyindesiniz, gelir sorununuz yok, neden böyle hissediyorsunuz?” diye sorduğumda çok çarpıcı bir cevap verdi:

Bir insan ancak mutlu bir toplumda kendini mutlu hissediyor. İnsanlararası sorunlarla her gün bu kadar uğraşmak doğru değil.

Mutlu olmanın şartı, her şeye sahip olmak değil; ön koşulsuz sevgi ve duygudaşlık içinde yaşayabilmektir.

Yaşadığınız kişisel sorunların sistemin karakteristiğinden kaynaklandığını hiç düşündünüz mü?

Siz gerçekten bu musunuz?

Yoksa sizi ve çevrenizi sistem mi yarattı?

Bir kelebeğin veya bir farenin varlığı ne kadar doğal şartlara bağlı ise, sevginin ve mutluluğun varlığı da bunu yaşatacak, yükseltecek, var edecek düzene ve o düzeni yaratacak entelektüel ve gelişmişlik düzeyi yüksek yöneticilerin varlığına ve etkinliğine bağlıdır

İnançlarınız kimin işine yarıyor?

Sizin neye inandığınız başkası için neden önemli?

İnançlarınız ya da inançsızlığınız nedeniyle aşağılanmayı ya da şiddet görmeyi nasıl yorumluyorsunuz?

Nesnel olmayan bir şeye bu kadar kesinlik yüklemek akıllıca mı?

Bunları hiç düşündünüz mü?

Düşünemezsiniz. Çünkü kanıksamışsınız.

Ancak bir gün fark edeceksiniz.

Şartlar sizi zorlayacak.

Siz keyfinize bakın yine de.

Şartlar her şeyi halleder. Nasıl yaşayacağınıza güçlü olan karar verir her nasılsa…

Bataklıkta mı?

Yoksa çiçek bahçesinde mi?

Huzur istedik sadece/ değerli yaşamak için,/ anlamlı bir hayat istedik/ bir hoş seda olsun,/ sevgi olsun içinde.” – S. T.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar