ARABESK İŞİ KAHRAMANLIK
-ÇANAKKALE-
“Ülkemiz çok stratejik bir konumda, bu yüzden düşmanlarımızın ülkemizde gözü var.”
Bu sözü yıllarca duyduk, hâlâ da duyuyoruz. Medyada, açıkoturumlarda, konferanslarda, siyasilerin toplantılarında duymaktan bıktık.
Aynı şeyi İranlılardan da duyunca gülmüştüm. Konuşmanın bütününün verdiği mesaj nedeniyle bunu söyleyiş gerekçeleri oldukça açıktı. Mesaj; “Vatanınıza sahip çıkın” değil, sadece düşmana dikkat çekmekti ve bunun üzerinden mağduriyet propagandası yapmaktan ibaretti.
Stratejik olarak ülkemizin önemli olması doğrudur. Oysa ülkemiz için asıl önemli olan, iklim ve doğa koşulları olarak yaşamaya elverişlilik açısından çok değerli olmasıdır. “Stratejik önem” uyarısı vatanseverlik gibi algılansa da sürekli bir düşman korkusu yaymak, düşmanın ülkemize karşı hasmane duygulara sahip olduğu korkusu ile milliyetçilik ve şovenizm için bir gerekçe üretilmesidir. Şovenizm ile utanmamız gereken bir ayıbımızın kapanmaya çalışıldığı çok açıktır. Bu aynı zamanda geri kalmışlığımızın bahanesidir. Bunun üzerinden komplo teorileri eksik olmuyor. Çünkü böylesine zengin bir coğrafyada geri kalmışlığımız başka türlü anlatılamıyor.
Başkalarının yarattığı mağduriyet iktidara taşıdığımız zihniyeti onaylayıp kendi suçluluk duygumuzu hafifletmekten ibaret kalıyor. Yani “Başka çaremiz yoktu, onlar sebep oldu” demenin başka bir yolu bu. Bu bir kültürel erozyondur. Üstelik bu mağduriyetlerin suç ortağı da gücünü daima emperyalizmden alan ülkeyi 70 yıldır yöneten bu propagandayı yapan iktidarlar ve onun yandaşlarıdır. Sonra neden Güney Kore’den daha geri kaldığımızın, Çin’e boyun eğdiğimizin, daha pek çok ülkeden çok daha yüksek potansiyele sahip olmamıza rağmen geri kaldığımızın hesabı verilemiyor. Bu muktedirler halkını dini inanç ve milliyetçi söylemlerle çağın gerisinde bırakan, çağın gerektirdiğinden daha az gelişen ama ülkeyi devleşmiş gibi göstererek sadece göz boyayan sahtekârlardır. Bu seviyede sayısal çoğunluk elde etmiş güruhlarla birlikte edilgen propagandaya boyun eğen halk yığınları, edilgen kültürün yayılması sonucu artan gericilikle uğraştığının farkında bile değildir.
Ortadoğu’da zengin bir tarih birikimine sahip bir bölgede yaşanmışlıklardan çıkarılmış olması gereken büyük dersler olduğunu düşünemeyip de bataklığa gönüllü dalmanın verilecek hesabı yoktur. Bunu fark etmiş bir dehanın bile çoğunlukçu bir kitle tarafından anlaşılamamış olması da ayrı bir utançtır. Bazıları aşiretçi feodal kültür üzerinden sözüm ona masumane bahaneler üreterek, kendi çağdışı tarihlerini yaratarak onun üzerinden gerici yobaz zihniyetin savunuculuğunu yapıyor.
Böylelikle hain tuzağına düşmeye eğilimli sağcı kapitalist ve şoven bir kültürel altyapıya saplanıp kalıyoruz. Diğer taraftan da sözüm ona aydın ve ezilenden yana arabesk solculuk, halk dalkavukluğunu kurtarıcılık sanınca dünyanın en zengin topraklarında yoksullukla boğuşmak kaçınılmaz oluyor. Ama gelir dağılımının adil olduğu bizim düzeyimizde kişi başına düşen milli gelire sahip ülkelerde bile refah seviyesi bizden çok daha iyi olan ülkelere burun kıvırıp bizim gibi şatafatlı eserlere sahip olmadıkları için tepeden bakıyoruz.
Yoksul sandığımız bazı eski sosyalist ülkelerdeki gelir dağılımı adaleti nedeniyle ülkemizden çok daha yüksek refah düzeyinde olduğunu ibretle gözlemledim. Ama işin en ilginç yönü ise, diğer ülkelerden geri olduklarını söylerken kendilerinin dışında bir gerekçeye sarılmamalarıydı.
İşte, gerçek egemenlik budur.
Ağıtlarla dolu bir tarih yaratarak hâlâ ondan medet ummak önemle vurgulamak isterim ki sadece acizliktir. O günün şartlarından çok uzaklaşmış olduğumuz bir süreçte iktidarın yaratmak istediği karşıdevrim şartlarına uygun olarak yeniden yazılan “Dersim” tarihi ile ilgili ağıtlar çok düşündürücüdür.
Şovenizm, üzerinde araştırma yaptığım bir konudur. Bununla ilgili Son Baskı’da yazım da var. Yine belirteyim ki hiç kimse şoveni olduğunu kabul etmez; çünkü narsizmin toplumsal karşılığıdır ki bu ciddi bir akıl hastalığıdır.
Mağduriyeti sürekli pompalayan “arabesk kültür” bir şeyler yapmak yerine zihinlerde sürekli düşman üreterek onunla boğuşmaya ülkeyi mahkûm eden hastalıklı bir ruh halinin bizi götüreceği yer dogmatizmdir. Ülkesinin gelişip modernleşmesini, halkının refahını düşünmek yerine “İslam’ın Fatihi” olmayı yeğleyen yönetici güruhun zayıf insani niteliğine bağlanan inançlı kitleye bir de aydın ihanetini anlatmak gerektiğini düşünüyorum. Şoven karaktere bürünmüş bir topluma bu gidişatın yanlışlığını anlatmak çok daha zordur; çünkü bir şoven ve narsist kişiliğiyle uyuşmayan gerçeğe düşmandır.
Halka şirin görünmek ve onun takdirini kazanmak gerçekçiliğin önüne geçince aydınlığın hali karanlık yaratmaktan ibaret kalıyor. Doğruları söylemekten çekinmeyen gerçek aydınlar şovmen aydınlarca azınlıkta bırakılarak canları kolaylıkla alınabilecek hedef haline getirildiler. Uğur Mumcu, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Necip Hablemitoğlu gibi bir avuç insan gerçek aydın olmanın bedelini canlarıyla ödedi. Cumhuriyet Dönemi’nde sağ iktidarların yaptığı bütün eylemler aydınlanma devrimini küçümseyen narsist –güya– sol gruplar tarafından Cumhuriyet’e mal edildi.
Halkın bazı kesimlerini sadece kültürel ve inançsal temelde ezilmişliğine vurgu yaparak romantizmin psikolojik etkisinden yararlanmak için uğraştılar. İnsanca ve uygar yaşam düzeyi için kitlelerin ellerinden yaşamları çalınarak sahte inanç ve kültürleri tutuşturuldu.
Bu güruh ilk olarak 1992 yılında 12 Eylül 1980 darbesinin ardından cahilleştirilmiş, dindarlaştırılmış, apolitize edilmiş halka Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in halka zorla dayatıldığını, sürekli askeri vesayet altında bırakarak korku ile toplumu bastırdıklarını, laiklik yerine dine saygıyı hedeflediklerini empoze ettiler. Oluşturdukları bu kafa bulanıklığı geniş halk kitlelerinde karşılık buldu; fakat onlara seçimde bir zafer kazandırmaya yetmediği gibi hezimete uğradılar. Çünkü sınıfsal olarak hitap ettikleri kitleye uzaktılar.
Ancak bu girişim kendine “sol entelektüel” süsü veren çok sayıda güruhun ilham kaynağı oldu. Emperyalizmin toplum mühendisliğine hizmet eden yeni akımlarını doğurdu.
Anlaşılan oydu ki büyük bir güç odağı çalışmalarını sürdürerek 1992’de kurulan “Yeni Demokrasi Hareketi” bu görevi, 10 yıl sonra 2002’de yine bu söylemlerle kurulan yeni bir partiye yüklemişti. Bu kez başarılıydılar. Cumhuriyet’e dair arabesk mağduriyet propagandalarını salya sümük ileri sürüp kurtarıcı kahraman olarak toplumu etkilediler. Her biri farklı kültürdeki topluma özgü mağduriyetleri dile getirerek kurtarıcılık rolünü çok iyi oynadılar. Bugüne gelişimizin duygusal altyapısını işte böyle kurmuşlardı.
Ülkenin çok uzun süre etkisine sokulduğu ABD’nin “Komünizm” düşmanlığına şövalyelik yapmak bu hain aydın kitle için kolay ve önemli bir görevdi.
Öte yandan yanlış tercihler yaparak geri kalmışlığa neden olan kitlelere “Siz en doğru kararı verirsiniz, Türk halkı çok zekidir, en doğru kararı vereceğine güveniyoruz” demek de halk dalkavukluğundan başka bir şey değildir.
Atatürk’ün söylemlerine bakarak bunun yapılması ayrı bir yanılgıdır. Çünkü feodal bir yapıdan ulus yaratmak için gereken bir şeyi yaptığınızda bu süreci geçirmiş bir ulus, geri kalmışlığına rağmen yükselen üstün ırk söylemiyle sadece “cahil, aynı zamanda şoven” bir toplum olmaktan ibaret kalır.
Sonuçta, şimdi bütün bu süslü söylemler çöpe atıldı, elde kalan herkesin bildiğidir.
Ülkemizin geleceği ancak dürüst ve gerçekçi yaklaşımlarla aydınlanabilir.
Cervantes’in ‘Don Kişot’ karakterinde olduğu gibi hayali düşmana saldırmak ya da ondan yakınmak arabesk işidir.
Kapitalist/emperyalist kültüre destek olan Amerikanvari dünyayı kurtarma sevdasından türeyen hastalık, toplumu sanılanın çok daha ötesinde bir hızla çürüttü ve çürütmeye devam ediyor.