28 ŞUBAT’IN SÖZDE MAĞDURLARI
-ÇANAKKALE-
28 Şubat 1997… REFAHYOL hükümeti iktidarda. Dönemin Başbakanı, Refah Partisi (RP) Genel Başkanı Necmettin Erbakan’dır.
Erbakan; o, ‘Kayıp Trilyon Davası’ olarak bilinen, RP’ye 1998 yılı için yapılan yaklaşık 1 trilyon liralık hazine yardımının harcanmış gibi gösterilerek devlete iade edilmemesi davasında 6 Mart 2002’de “özel evrakta sahtecilik” suçundan 2 yıl 4 ay hapis cezasına mahkûm edilmişti. Daha sonra sağlık gerekçesiyle ev hapsine çevrilen mahkûmiyeti, 2008’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından affedildi.
Dönemin Başbakan Yardımcısı ise –konuşma gaflarıyla ünlü, ekonomi profesörü, 5 Nisan 1994 kararlarıyla ekonomiyi batıran, yüzde 150 enflasyonun mucidi, repo fatihi– Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanı Tansu Çiller’dir.
İki ayda bir Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplanır, ordu komutanları ülke güvenliği ile ilgili Cumhurbaşkanı ve hükümet yöneticilerine brifing verirdi, ülke güvenliği ile ilgili kararlar alınırdı. Tavsiye niteliğindeki bu kararların uygulama sorumluluğu hükümettedir. Cumhurbaşkanı, hükümete delege ederdi. O günün Cumhurbaşkanı, –12 Eylül sonrası yasakların kaldırılmasından sonra DYP’nin başına geçerek partisindeki ‘Nur Cemaati’ müritleri ile kol kola yürüyen, 1961 Anayasası’nın en büyük düşmanı olan– Süleyman Demirel’dir. (*)
1982 Anayasası’yla kurulan hükümetler halkı temsil etmekten çok uzak olmasının yarattığı karmaşa ile birlikte 12 Eylül Cuntası’nın 5’li konseyinin kimyasını değiştirdiği Türkiye’nin tek kazananının dinci radikal yapı olmasına karşın, güya irticayla mücadele adı altında adeta şov yapılmaktaydı. Jimmy Carter döneminden itibaren ABD’nin komünizme karşı bir savunma aracı olarak İslam’ı alet ettiği ‘Yeşil Kuşak Projesi’ kapsamında dindar nesil yetiştirme girişimiyle tarikatlar pek çok yerde yurt, kuran kursları ve okullar açtı. Kenan Evren’e yapılan şikâyetler sonuçsuz kaldı. 1986-87 yıllarında her hafta aldığım haftalık haber dergisi ‘Nokta’, 6 hafta boyunca şeriat eğitimi veren adresleri ve bu adreslerde neler yapıldığını haber yaptı; ancak hiç inceleme başlatılmadı.
Giderek radikalleşen dini cemaat ve tarikatların yükselişi hakkında uyarıcı konuşmalar yapan ve rapor yayınlayan Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler’deki evinin önünde kurşunlanarak öldürdü. Öte yandan “gizli eller”, Kenan Evren’e irticai faaliyetler hakkında rapor vererek görüşme talep eden Bahriye Üçok’u, cuntacı altyapıdan aldığı güçle öldürdü. Üçok, 6 Ekim 1990 günü Ankara’nın Çankaya ilçesinde bulunan evine kargo ile ulaştırılan ve gönderici olarak İlmi Araştırmalar Vakfı’nın göründüğü kitabın paketini kapısının önünde açmaya çalışırken içine yerleştirilmiş bombanın patlaması sonucu ağır yaralanmış, 3 gün sonra da ölmüştü.
Aynı yıl içerisinde öldürülen diğer yazar ve gazeteciler:
Çetin Emeç, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde genel yayın müdürlüğü görevlerinde bulundu. Yazdığı yazılar nedeniyle o dönemin bütün cesur gazetecileri gibi o da tehdit mesajları alıyordu. 7 Mart 1990’da işine gitmek üzere İstanbul Suadiye’deki evinden çıktığı sırada şoförü ile birlikte öldürüldü.
Turan Dursun, Türkiye’de Diyanet’e bağlı üst düzey din görevlisi olarak çalışmıştır. Hayatını din araştırmalarına adamış bir aydındı. Görevlerinden istifa ederek ateist olduğunu ilan eden Turan Dursun, kitapları piyasaya çıktıktan sonra tehdit almış ve 4 Eylül 1990’da İstanbul’da suikast sonucu öldürülmüştür.
Bu suikastların hiçbiri aydınlatılamadı. “Gizli eller” deşifre edilmedi.
1990’dan 1997 yılının 28 Şubat’ına kadar 31 gazeteci, yazar ve aydın öldürüldü. Hiçbiri de İslam’ın istediği kullarından değildi. Süreç bilinçli bir şekilde ve adım adım ilerliyordu. Bu ve benzeri cinayetlerin amacı ülkeyi gittikçe dindarlaştırarak ve radikal İslam’a yol açmak isteyen zihniyetin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlıyordu. Hedef tamamlandı.
Çok şükür ki aydınlar artık öldürülmüyor. Şimdi hapiste çürütülüyor.
Peki, 28 Şubat 1997 neydi? Görünüşte “postmodern darbe”ydi, yani askerin yönetime direkt el koymayıp medya aracılığıyla hükümetin istifaya zorlanmasıydı.
Bu MGK toplantısının sonuç bildirisi sivil bir Cumhurbaşkanı, Başbakan, Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı, Dışişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı ve Adalet Bakanı tarafından “tavsiye kararları” olarak imzalandı.
MGK toplantısına katılan askerler ise Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarıydı.
Kararda;
– Laiklik için yasaların uygulanması,
– Tarikatlara bağlı okulların denetlenmesi ve Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmesi,
– 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi,
– Kuran kurslarının denetlenmesi,
– Tevhid-i Tedrisat’ın, yani eğitim ve öğretim birliğinin uygulanması,
– Tarikatların kapatılması,
– İrtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medyanın kontrol altına alınması,
– Kıyafet kanununa riayet edilmesi,
– Kurban derilerinin derneklere verilmemesi,
– Atatürk aleyhindeki eylemlerin cezalandırılması tavsiye ediliyordu.
Sonradan ortaya çıkan bilgiler ışığında yapılan bazı değerlendirmelerde bu gelişmelerin “ılımlı İslam modeline yol açmak için cumhuriyetçi laik hassasiyeti olan kitlenin gazının alınmasına dair bir senaryo” olduğu yorumları yapıldı.
Peki, bu kararlar sonrasında ne oldu?
Strateji konusunda en eğitimli kurum olan Genelkurmay Başkanlığı, 1997 yılının 28 Şubat’ına gelinceye kadar her türlü dinci yapılanmaya göz yumarken, şimdi gerçekten bunu mu istiyordu?
Peki, soruyorum:
“Postmodern” denilen darbenin hangi kararı gerçekten uygulandı?
Cevap veriyorum:
Arabesk halkımıza ağlama malzemesi olan türbanın yasaklanması dışında hiçbiri!
Sonuç: Ülkenin yaşam kültürü bunca değiştirilmişken, kafalarda sorular dolaşırken, çok iyi tanıdığım birinin ifadesiyle “atı alan Üsküdar’ı geç(miş)ti”.
Öte yandan da, “geçmişti Bor’un pazarı ve biz sürüyorduk eşeğimizi Niğde’ye”… İşte böyle.
Dünya gelişirken biz 1,5 milenyum geriye gittik. Muasır medeniyet bekleyen ülkemizin Ferdi Abi’mize, Orhan Baba’mıza rağmen göz pınarları kurumayan arabesk halkımıza hürmetlerimle…
(*) https://www.yeniasya.com.tr/sukru-bulut/demirel-ve-nurcular_351640