TARIM EMEKÇİSİ BACILARIM

-ADANA-
Yaz mevsiminin bitmesiyle sıcaklar yavaş yavaş boynunu bükmeye başladı.
Hasat mevsimi başladı. Önce üzümler, arkasından cevizler…
Zamanın hükmünü göz ardı edemiyoruz. Mevsimleri de kıyaslayamıyoruz artık. Bazen ışıldayan gökyüzü, bazen bir anda yakar kavurur oldu. Bazen parıldayan yüzlerimiz bir anda gölgelendi.
Bahçedeyim. Bugün ilk günümüz. Tarım emekçilerimiz geldiler. Beş kadın, iki erkek. Silkelemeleri yapan erkekler, toplamaları yapan kadınlar.
Her gün bahçeye gidiyorum. Bahçeye girdiğimde sesimi duyurmak için yüksek sesle “Kolay gelsin bacılarım” diyorum. Başlarını kaldırıp bana bakıyorlar. Kimisinin bakışları üstümde çakılı kalırken, kısık bir sesle “Hoş geldiniz” diyorlar. Sabah çok erken kalktıkları belli. Bu yıl aralarına yeni katılanlar da var. Hepsiyle tanışıyorum. Uzun süre yanlarında kalmasam da hepsini tanımaya çalışıyorum. Çocuklarını, eşlerini, nerede yaşadıklarını soruyorum. Hepsinin ayrı bir hikâyesi var. Kimileri eşlerini kaybetmiş, kimileri evlatlarından çok uzaktalar. Kendi şiveleriyle ve ırmak gibi akıcı bir dille, bazen tebessümle bazen de gölgeli bir yüzle anlatıyorlar. Mesafeli, saygılı, alçak sesle, yüzlerinde hafif bir tebessümle onlar da bana soruyorlar. Merak ediyorlar tabii. Ben de anlatıyorum. Hikâyeler birbirinden çok farklı değil. Çünkü insanız.
İşe koyuluyoruz. Uzun süre sessizce çalışıyorlar. Aslında hepimiz birbirimizi tanımayı istiyoruz. Neden mi? Çünkü çalışanlarla hasat sonuna kadar bir aradayız ve zamanı keyifli, verimli geçirmeliyiz. Kendi içine kapanmadan, sıkılmadan.
Düşünüyorum!
Özümü, öz kimliğimi. İnsan, ilişkiler içinde yaşar. Eğer yaşam, insan ilişkileriyle oluşmaya başlıyorsa günümü ben de birlikte olduğum insanlarla yaşamalıyım. Doğuştan hepimize yüklenen iletişim bilincimizi yok sayamayız. Zaten birçok alanda yok sayılıyoruz. Ailede, işte, siyasi hayatta yok sayılmalarımız o kadar çok ki… Güven yokluğu içinde yaşıyoruz her alanda. En başta da bizi yönetenler hepimizi yok sayan bir yönetim içindeyiz. Değerler boşluğunda çırpınıp duruyoruz. Adam yerine konulmak, insandan sayılmak istiyoruz. Sahip olunan her şey anlamını yitiriyor. Emek ve zamana değer olmak, sevilmeye değer olmak istiyoruz.
Doğan Cüceloğlu’nun dediği gibi, “bir insana verebileceğimiz en değerli şey, onu itibarlı, onurlu, değerli biri olarak görmemizdir”.
Bugün bu bahçeye, kendi bahçeme girerken kendi öz kimliğimle girdim. Öz kimliğim beni ben yapan özelliğim ve yaşamımı anlamlı kılandır. İnsanlar eşittir. Hiç kimse diğerinden üstün değildir. Bu benim yaşama bakışımdır. Bu düşünce yapım, bu bahçede tanıştığım yedi tarım emekçisi için ne ise geçmişte çalıştığım fabrikalardaki işçiler için de aynıydı.
Sosyal kimliğim de var tabii ki! Bu kimliğimle yaşamın içindeyim, hayatımı devam ettirmek için buna da ihtiyacım var. Kimya mühendisiyim, ressamım, sanat eleştirmeniyim, kaybettiğim eşimden sonra dört yıldan beridir de çiftçiyim. Ama ben bu sosyal kimliğimi her an taşıyamam. Çok zor ve yorucu, ama gerekli de! Yerinde ve zamanında kullanmak gerekir, tabii ki akıl ve zihinle birlikte.
Ancak her iki kimlikte taşıdığım doğal bir otoritem de var, bunu saklayamam. Doğal…
İnsan ilişkiler içinde yaşar. Bizi biz yapan da budur.
Önemli olan öz kimlikle sosyal kimliğin dengede olmasıdır. Bazen bu dengeler şaşabilir, biri bir diğerine göre baskın olabilir. Ben, bu bahçede zevkle, iletişim içinde karşımdaki kişilere değerli olduğunu hissettirerek ideal verimlilikle bir çalışma ortamı yaratmalıyım. Yarattım da. Ben de mutluyum, çalışan yedi kişi de mutlu, biliyorum!
Zaman zaman efil efil yüzümüzü okşayan yelle gelen, toplanan cevizler çuvallara boşaltılırken yeşil ceviz kabuklarının kendine has o mis kokusunu hissediyorum. Çok seviyorum bu kokuyu. İçime çekiyorum. Belki de verilen emeklerin karşılığında doğanın bize bir armağanıdır diyorum kendime.
Aramızdaki işveren–çalışan duvarlarını kaldırıyorum. Zaten ben o bahçeye girdiğimde söylediğim sihirli kelime “Bacılarım” ile aramızda hürmete dayanan duyguyu ve sevgiyi inşa ediyorum. Onlar da bunu hissediyor. Yıllardır farklı farklı yerlerde çalışmış, farklı farklı ürünler toplamış tarım emekçilerimiz. İtibarlı köylülerimiz. Deneyimleri çok fazla ama geçmiş işlerle ilgili serzenişlerde bulunmadan keyifle çalışıyorlar.
Yine Doğan Cüceloğlu’nun dediği gibi, “her insanın doğuştan Allah vergisi olan onuruna saygı duyduğun zaman kendi özüne olan saygın sağlamlaşır, hiç kimse senin onurunu senden çalamaz”. Ya sizce?
Bazen konuşmaların rehaveti çöküyor üstümüze, tempo düşüyor. Erkekler ağaç silkelemelerinde ilerlemişler. Toparlanıyorum. Sevgi ve saygı, karakterimin en önemli öğesi, biliyorum. Sevgiyle sesleniyorum hepsine: “Bacılar, silkelenin ve silkelenenleri toplamaya çalışalım.” Hızlanıyorlar. Sessizlik.
Etkin kelimem “Bacılar” benim bölgemde, Çukurova’da çok önemlidir ve anlamlıdır. Kavramsal olarak içeriği güven doludur. Güven, hepimizi iyileştirir.
Güven duyarız birbirimize! Güven duyduğumuz bu ortamda görünmeyen derin bağlar kurulur. Bu bağlarla insanlar, kendilerini güvende ve rahat hissettikçe de iş temposu ideal bir seviyede devam eder.
Yukarıda da bahsettiğim gibi, öz kimlik ve sosyal kimliğimizi dengede tutmak önemlidir ve bu dengeyi akıl ve zihin yetisiyle sağlayabiliriz.
Immanuel Kant “Kavramlar duyusuz boştur, duyular kavramsız kördür” derken anlama yetisinin duyu verilerini bir kavram altında birleştirilmesiyle sağlandığına, bilgi sürecinde duyular ile aklın etkileşimine ya da duyusal deneyimden bağımsız düşünülmeyen ve aklın kavramsal çerçevesi içinde anlam kazanan bir bütün olarak ele alınmasını ifade eder.
Immanuel Kant’a göre akıl ve zihin ya da anlama yetisi genel olarak insanın tinsel iki özelliğidir. Çoğunlukla aynı anlamda kullanılan bu ifadeler aslında birbirinden farklıdır. Akıl, insanın en yüksek gücüdür. Zihin ise mantıksal düşünmeyi ya da objeleri tam ve bilinçli olarak idrak etmeye yarayan ilişkileri, bağlantıları kuran bir melike ya da yetidir.
Hasadımız sekiz gün sonra bitti.
Birlikte geçirdiğimiz sekiz günlük çalışma sonunda, tarım emekçisi kadınlarımızdan biri, hepimizi evinde kahvaltıya davet etti. Bu davet benim için çok anlamlı ve değerliydi. Kabul ettim ve belirtilen günde gittim. Herkes oradaydı.
Turuncu-sarı ekoseli bir sofra bezinin üzerine konan kocaman ahşap yer sofrası üzerine kahvaltılıklar özenle hazırlanmıştı. Çiçek gibiydi. Duygulandım. Sevgisini kocaman sofraya bezemişti bir resim gibi, bir şiir gibi. Tanrım, ne güzel insanlarla karşılaştırdın beni. Teşekkür ederim.
Sevgiyi, inceliği, saygıyı taşıyan bir kalp tabii ki her zaman çiçek açar. Tıpkı bu sofra gibi!
Çiçek bahçesindeyim ve hayatımın en anlamlı, en güzel kahvaltılarından birini yapıyorum. Teşekkür ederim bacılarım!