EDEBİYAT 

‘KIRMIZI PAZARTESİ’ VE GABRIEL GARCIA MARQUEZ

Kitap okumalarım devam ediyor. Düşüncelerim hareket halinde; bu da bitti, yeni bir kitap seçmeliyim kendime diyorum.

Karlarla kaplı bahçeye bakan odamın penceresinden çalışma masama dayanarak uzaklara, okyanusları aşarak ülkeme doğru yol alıyorum. Bazen tatlı sulardan tuzlu sulara, bazen de acı sulardan tatlı sulara girip çıkıyorum.

Ülkemde düşünmek, sorgulamak, hissetmek temalarından yoksun olan kişi sayılarının gittikçe arttığı düşüncesi çok üzücü, değil mi?

Şimdilerde ülkenin sırılsıklam olmuş sorunlarına toplumun bir kesiminin acı içinde sessiz kalması, bir kesiminin de anlaşılmaz böğürmesi ve ruhunda birikmiş nefret duyguları ile bıyık altından gülerek seyirci olması canımı acıtıyor.

Heyhat!

Yaşamımızın içinde giderek artan vahşet sayfaları, toplumsal değerler ve bireyler üzerindeki baskıları, töre-namus cinayetleri, umutsuzluklar, din maskesi altında yapılan sınır tanımayan ahlaksızlar, her an artan şiddet olayları, katliamlar, salgınlar, ölümler, cayır cayır acımasızca yakılan ormanlarımız ve kıvrım kıvrım yükselen rüzgârın önüne alıp savurduğu kül dumanları bana Gabriel Garcia Marquez’in kendisinin de çok sevdiği ‘Kırmızı Pazartesi’ romanını hatırlatıyor. Uzun zaman oldu okuyalı ama üzerimde bıraktığı etkiler oldukça güçlü.

Ansızın çıktı geldi aklıma. Bugün ülkemde ve dünyada yaşanan olaylarla ilişkilendirmem kitaba yeniden dönmemi sağladı. İkinci kez okuyorum. Biliyorum yeni yeni farkındalıklar, anlamlar kazandıracak.

Gabriel Garcia Marquez’in kitabında, üçüncü dünya ülkeleri içinde yer alan kendi ülkesi için 70 yıl önce, vicdan, ön yargı, ötekileştirme, namus, ahlak, toplum-birey çatışması, sınıfsal çatışma, din gibi yaşanmış konulara işaret ediliyor.

Aslında insanın kültürel, toplumsal koşullarda ‘gelişerek’ değişmesi gerekirken bizdeki geriye doğru dönüşmenin sebebi evrimsel süreç içerisinde siyasi ve politik kaygı ile ‘yaşayan fosiller’inin tekrar hayatın içine girmesi. Bu da insan davranışını ve kültürünü köklü bir biçimde etkileyerek geriye çevirmektedir.

Gabriel García Marquez, ‘Kırmızı Pazartesi’ romanını kendisinin de başarılı bulduğu romanıdır ve bunu da şöyle ifade eder:

Her yazar, yazdığı en son romanın en iyi romanı olduğunu sanır. Benim bu romanım için böyle düşünmemin nedeni, yapmak istediğimi tam olarak gerçekleştirebilmiş olmamdır. Romanlar, yazılırken yazarlarının elinden kaçıp kurtulmak isterler. Romanın kişileri, kendi öz yaşamlarına dönerler, en sonunda da canlarının istediğini yaparlar. Ben hiçbir romanımda bu romanımdaki kadar ipleri elimde tutamadım. Belki bunu konu ve hacim nedeniyle başarmışımdır.

Gabriel Garcia Marquez, 6 Mart 1927’de Kuzey Kolombiya’da Aracataca şehrinde, Kolombiyalı bir ailenin 11 çocuğunun ilki olarak doğmuştur. Yoksul bir ailenin çocuğudur. 12 yaşında kazandığı bir devlet bursu ile Bogota’da liseyi okur. Kolombiya Ulusal Üniversitesi’nde ve Cartageda Üniversitesi’nde hukuk eğitimi ve gazetecilik eğitimi alır. 1950 yılında okulu yarım bırakır, şiir ve edebiyatla ilgilenmeye başlar. Latin Amerika’da büyülü gerçekçilik olarak anılan akımın önde gelen yazarlarındandır. Dilinin bütün zenginliklerini bilip yansıttığı için düzyazıda bile şiirin gücünü yansıtan yazar Gabriel Garcia Marquez, 17 Nisan 2014 tarihinde Meksika’da 87 yaşında ölür.

Büyülü gerçekçilik” ifadesi, ilk kez Latin Amerika edebiyatı için kullanılmıştır. Büyülü gerçekçilikte, bir eserde anlatıcı, okuyucunun tuhaf olandaki mantıksızlığı fark etmemesini sağlamak amacıyla, hiçbir açıklamada bulunmadan, bir uzaklık duygusu yaratarak olayları okuyucuya aktarır. Tıpkı Gabriel Garcia Marquez’in kitapta yaptığı röportajlarıyla anlatısı gibi. Büyülü gerçekçi bir eser, “doğal olan ile doğaüstü olanı” okuyucuyu şaşırtmadan kaynaştırır. Üçüncü dünya ülkelerindeki insanın bireysel, toplumsal, ekonomik sorunlarını işlemek için kullanılan, dolayısıyla politik kaygı taşıyan bir akımdır. Büyülü gerçekçilikte karakterler tıpkı romanda okuduğumuz gibi daha çok gerçekleştirdikleri eylemlerle tanıtılır.

Kırmızı Pazartesi’ bir cinayet romanıdır ve 111 sayfadır. İnci Kut tarafından tercüme edilmiş ve 1981 yılında Can Yayınevi tarafından basılmıştır.

Roman ilk olarak 1 Mayıs 1981’de İspanya, Meksika, Kolombiya ve Arjantin’de yayınlanmıştır.

Roman, “Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı” cümlesiyle başlar.

Daha ilk sayfada okur, bir cinayetin işleneceğini öğrenir, cinayetin işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir namus cinayetinin öyküsü anlatılır.

Katillerin kimliği ve cinayetin nedeni de bellidir. Ama birçok dile çevrilen ve yazılmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen hâlâ en çok okunan romanlar arasında bulunan ‘Kırmızı Pazartesi’, sıradan bir cinayet romanı olarak tanımlanamaz.

Yazar, çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce yaşanan bir cinayet olayını yazmak için doğduğu şehre 23 yıl sonra geri dönerek cinayeti, daha doğrusu bir halkın ortak davranış biçimlerini, bir toplumsal ruh çözümü niteliğinde araştırır ve gözlemci bir bakış açısıyla bu cinayetin nasıl işlendiğini röportaj tekniğini kullanarak yazar. Olaya tanık olanlar, aynı olayı farklı biçimde yorumlar ve böylece ortaya tek bir gerçek çıkmaz.

Kitapta yer alan olayın başlangıcı ile bitişi arasında yaklaşık bir-iki saat geçmektedir.

Ama yazar röportaj tekniğini kullanarak ve zamanı ileri-geri hareket ettirerek olayı birden çok kişinin gözüyle anlatır. İşte bu anlatı biçimiyle yazar, okuru olaylar zincirinin içine çeker. Bu tip anlatılarda ve anlatı biçimlerinde eser ironik bir nitelik kazanırken romandaki kahramanlar ve toplum da tanıtılır. Örneğin, Santiago Nasar’ın annesi Placida Linero’nun sözleriyle, “Şuradaydı işte. Dupduru suda yıkanmış beyaz keten kostümünü giymişti. Çünkü öyle ince bir teni vardı ki kolanın hışırtısına dayanamazdı” ifadeleri ile yazar, okuyucunun Santiago Nasar’ı narin biri olarak tanımasını sağlar.

Yazar, doğduğu coğrafya halkının özelliklerini de röportaj tekniğinden yararlanarak ortaya koymaktadır. Örneğin, anlatıcının annesine, bilinmeyen biri tarafından söylenen, “Namus aşktır” ifadesiyle, namusun toplumdaki önemine işaret eder. Böylece, Santiago Nasar’ın namus uğruna öldürülmesinin toplum için bir suç sayılmadığına vurgu yapar.

Yine, kahramanlardan biri olan Angela Vicario’nun annesinin, “Aşk da öğrenilir, kızım!” sözleri toplumda kızların istedikleri kişiyle evlenme hakkına sahip olmadıklarına ve baskı altında evlendikleri gösterilmektedir.

Yazar, kitapta ceset kokusunun herkesi rahatsız ettiğine sıkça değinmiştir:

Ceset, ipek kapitone kaplamalı yepyeni tabuta koyduğumuzda neredeyse dağılmak üzereydi. ‘Böylece daha uzun süre korunacağını düşünmüştüm’ dedi bana Peder Amador. Ama tam tersi olmuştu. Şafak sökerken onu alelacele defnetmek zorunda kalmıştık; çünkü o kadar kötü bir durumdaydı ki artık evin içinde varlığına dayanmak imkânsızdı.

Halk; ceset kokusundan rahatsız olduğu kadar toplumun işlenen cinayetlere duyarsızlığından, ön yargılardan, toplum beklentisinden, sorgulanmadan, kabul edilmiş yargılardan rahatsız olmamıştır.

Kırmızı Pazartesi’, bir cinayet romanıdır. Ama derinlemesine bakıldığında toplumsal ahlak kurallarını, insan vicdanını, adaleti, ötekileştirmeyi ve dinsel ikiyüzlülüğü didik didik deşelemektedir. Bir toplumun susarak ya da edilgenliğiyle suç ortağı olmasına da ayna tutmaktadır.

Bireyler arasındaki uyumsuzluğa karşın toplumu aynı olaylara aynı tepkileri veren, aynı değer yargılarına sahip olan bir kitle olarak tanıtmaktadır. Gabriel Garcia Marquez’in eserde yarattığı dünya, bir yandan kaçılamayacak derecede gerçek, diğer yandan kaçma umudunu besleyecek kadar gerçeküstüdür.

İnsanın hallerini, tutkularını, saplantılarını, kaderini rüyaya benzer bir tür sihirle anlatmıştır.

Kitabın ana karakteri, ailesiyle birlikte iç savaştan kaçarak Kolombiya’ya yerleşmiş olan 21 yaşındaki Santiago Nasar’dır ve genç yaşında yargısız infaz ile cinayete kurban gitmiştir. Kasabanın genç kızlarından biri olan Angela Vicoria, Bayardo San Ramon ile evlenmiştir; ancak bakire olmadığı anlaşılınca baba evine geri gönderilmiştir. Angela Vicoria, ailesine bunun sorumlusu olarak Santiago Nasar ismini verir. İkiz kardeşleri, ilk olarak iki kasap bıçağını bilerler. Çok zaman geçmeden de Santiago Nasar’ı herkesin gözü önünde öldürürler.

Pedro–Pablo Vicoria kardeşler, bu cinayeti işledikten sonra kiliseye gidip teslim olurlar. Pedro, Rahip Peder Amador’a, “Onu bilinçli olarak öldürdük, namusumuz için” der. Peder Amador’un, “Belki Tanrı katında öylesinizdir” cümlesine karşılık Pablo Vicario, “Tanrı katında da insanların gözünde de. Bu bir namus sorunuydu” savunmasını yapar.

Bu kalıplaşmış yargılar, sınırlandırmalar, ölümlerin kanıksanacak seviyeye ulaşması, sadece kitapta yer aldığı ile sınırlı değildir. Ne yazık ki bunlar günümüzde kendi toplumumuz tarafından da kabul görmüş yargılardır ve bunlar sorgulanmadan kabul edildiği için de insana dönüşü olmayan hatalar yaptırmaktadır.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar