MONTMARTRE
-İSTANBUL-
Öylesine ve koca bir boşluğa…
Hiç kimsenin suçu yoktu. Mesela dünya, aslında, fısıltılı sabahlarıyla güne başlamadı asla ve gece, karanlığına sarılıp ürpertileriyle, kalp çarpıntılarıyla öpmedi ufuk çizgisini. Kimse biri diğerinin yanından geçerken kokusuna sarılır gibi sımsıkı tutmadı mesela, asla birbirine karışmaya inanmadı ve dudaklarından öperken ve sevişirken kimse özleyeceğine inanmadı, özleme inanmadı; çünkü kimse gündüz ve gece olamadı. Birbirinin sınırlarına girip ayrılamayacak bir bütün oluşturmadı ve asla yalnız kalamayacağına inanmadı; çünkü kimse kaderle anlaşamadı.
Bu ilkindin vakti kumral saçları boynuna dökülüyor ve rüzgâr yanından hafifçe geçerken birkaç telini havalandırıyordu. Yüzü, yağmur taneleriyle süslenmiş beyaz bir çiçek gibi nemli ve soluktu. Kış soğuğunun tam geçmemiş olduğu bu bahar aylarında boğazlı kazağı ve göğsüne dökülen yaprak kolyesiyle mevsime bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Sanki teninin kokusu etrafa dağılmaması için; uzun, kahverengi pardösüsüne sımsıkı sarınmıştı. Boynunun açık kısmından bir kar öpücüğünün kokusu rüzgârın üzerine biniyor ve bana geliyordu. Bir an olsun zihnim ondan ayrıldığında tren garının gürültüsüyle doluyordum. Tekerleklerin raya değiş sesi, anonslar, adımlar, biletçiler…
Bir mevsimi güzel kılan vaat ettikleridir. Belki kar, yağmur, güneşli güzel bir sabah ve yeni açan çiçekler. Mevsimin bu gününde onu güzel kılan hiçbir şey yoktu; ama bir hatırayı bağışladığı için yine de güzeldi.
Maria’nın aniden koluma girmesiyle kendime geldim. “Ne oldu, ne düşünüyorsun, çok beklettim mi?” dedi. Beklemek. Her kelimeden zehirli anlamlar çıkarmam beni hırpalıyordu. “Yakınlarda bildiğin bir yer var mı, sıcak şarap içmek istiyorum.” Cevap vermemi beklemeden sürekli gülerek konuşuyor parmakları, henüz kelimeler ağzından çıkmadan anlatacaklarını dans ederek anlatıyordu. Gökyüzüne dokunacakmış gibi kaldırdı parmaklarını, “Tanrı olmaktan vazgeçtim” dedi. Kalbine doğru götürdü sonra, “Ya da tanrılıktan, bu sanrıdan vazgeçtim, tanrılıktan çok uzak olduğuma ve durmayacak bir ciğerimin olmadığına inandım”. Sahilde adımlıyorduk, durmadan bisikletlerin yoluna kayıyordum ve o da beni yanına çekip koluma daha sıkı sarılıyordu. Kayalıkların üzerinde sarışın bir kadınla bir adam kırmızı şarap içip birkaç sayfaya bakıyorlar ve hararetle tartışıyorlardı. Çimlerin üzerine dağılmış olanlar ise, müzik ve sohbetle vakit geçirip akşamüzeri olmasını temenni ediyorlardı. Maria bunların hepsinin farkında ve sürekli kulakları kalbimdeydi. Ben ise kayalıkların üzerindeki kadını düşünüyordum, öyküye sebep olabilecek bir güzelliği vardı. Yanaklarına düşen altın saçların arasından; kimi zaman düşlerimde alev kadar sarı, kimi zaman ise güneş kadar kızıl; sedef tokasına bir taç gibi bağlanan iki iri buğday başağı gibi örülmüş saçlarını düşlüyordum. Maria çekiştirdi beni, kolumdan sıyrılıp kollarını denize doğru açtı ve elini dalgalarla raks ettirdi. Yanına gittim. “Tablonun hikâyesini hatırlıyor musun?” dedi. “Hayır” dedim. Tekrar koluma girip beni iteklerken anlatmaya başladı. “Tablonun hikâyesini tuvalin çatlaklarına sızan renkler anlatır. Bu renkler ressamın duygularıdır ve birbirine karıştıkça izleyicinin zihninde gitgide devleşir. Soruları ortaya çıkartır, neden hikâyesi sürekli duygularla beslenen bir tablonun karşısında bütün duyguları hissedebiliyoruz? İşte resim, işte müzik ve belki de edebiyat. Hepsinin kılcallarına temas eden renkler birbirine karıştıkça sebebi olmayan hissiyatlar ile sarılıyoruz, sarsılıyoruz. Belki de sanatın sırrı budur? Belki de duyguların renklerini fark ediyoruzdur” deyip aniden sustu ve durdu. Çevresi ağaçlarla örülü büyük bir bahçenin önüne gelmiştik. “Buraya girelim mi, neresi burası?” diye sordu. “Nebatat bahçesi” dedim. Dudaklarındaki tebessüme karışmış bir hüzünle susmaya başladı ve bu duygular hikâyesini sürekli besliyordu. Bunu nadiren hissediyordum. Yani bir izleyici miydim ben? Ağaç dallarının altına kurulmuş masalardan birine oturduk ve bu dalların altında, alacakaranlıkta, Maria’nın da saçları gözleri gibi güneşle renk değiştiriyordu. Akşamüzeri güneşiyle buğday hasadına dönüşen saçları, akşamüzeri yahut bir sabahdöküntüsü alacakaranlığında kumral bazen de soluk, sarı sonbahar yapraklarına dönüyordu.
“Özlüyor musun?” dedim. Güldü, “Sen aşk hakkında konuşamayacak kadar küçük değil misin, dostum”? “Ben de 24 yaşındayım, Maria. Düşüncelerimi bilmiyor musun zaten, her şey yazıyor. Ölüm insanı değiştirmiyor mu?” Başını göğsüme yavaşça yasladı. Renkler karışmaya başladı. Dudaklarının kenarındaki gayet ince olan tüyleri görüyordum. Burnunun kanatları nefes aldıkça kımıldıyor, göğsüne bir şey sıkışmış gibi derin derin nefesler alıyordu. Yanılmış bir gençliği vardı sanki. “Değiştiriyor, evet” dedi. “Sürekli içini sızlatan hatıralara ve ‘Bu öyle olmayabilirdi’ cümlesine alışıyorsun.” Bir fısıltı sonra, kulaklarımda; ben Maria’nın saçlarını, yani soluk sarı sonbahar yapraklarına dadanmış çiy kokularını teker teker koklarken birkaç damla yaş yanaklarımdan saçlarına doğru süzüldü. Eliyle kalbimi okşayıp göğsümden kalktı. Parmak uçlarıyla gözyaşlarımı, gözyaşlarını sildi ve silerken birkaç saniye buğulanmış bir dünyaya tebessüm ederek baktık. Renkler tablonun çatlaklarında birbirine karışmıştı. Bir gözün içerisinde yeşilin ve mavinin raksı gibi…
Onu tren garına götürüyordum. Güneş ışıkları hâlâ denizde yüzüyordu. Şeftali rengi kaldırımlardan geçiyorduk, çiçek filizlerine avuçlarımızı değdiriyorduk. Maria koluma girmiş, dünyayı seke seke adımlıyordu. Onu anlayabilen herkese selam veriyordu. “Ben onunla bir daha görüşemeyeceğim, bu mektubu ona verir misin?” dedi. Kafamı sallayıp mektubu aldım ve ceketimin iç cebine koydum. “Ya mektubuna cevap verirse, biliyorsun o cevabı sana ulaştıramayabilirim” dedim. “Mektuba cevap veremez; çünkü cevap verilecek bir şey yazmadım” dedi. Haydarpaşa’nın önüne gelmiştik. İçeri girmek istemiyordum. Kargaşanın zihnimi hırpalaması günlerce yoruyordu beni. Ayrılık kargaşasının… Her şey küçük sahnelere bölünüyordu. Parmaklarımı tutup karşıma geçti, gözlerini bana dikti. “Sen gelme” dedi. Parmaklarım avuçlarından yavaşça kaydı. Onlarca insanın girip çıktığı kapıdan Maria giderken o kapı, bir anda, pervazlarından tokmağına kadar işlenmeye başladı. Önce bir çocuğun elinden kaçmaya çalışan uçan balon işlendi. Kapının üst kısmına mavisi suyla dağıtılmış bir gökyüzü çizildi. Ağaçlar ince ince oyuldu, üzerindeki meyveler olgunlaştı. Maria adım adım bir ayrılık tablosunda çizilmeye başladı. Kırık kanatlı bir martı çizildi kapıya, bir rüzgâr Maria’nın pardösüsünü uçuşturarak geçti. Bir adam öpüyordu sevgilisini, bir kadın terk ediyordu bir adamı, çiziliyordu her şey yavaş yavaş, adım adım. Unutulmayacak bir hayat tablosu çıktı ortaya, duygular kapının çatlaklarında birbirine karıştı. Nedenini bilmediğim hissiyatlar ile sarıldım. Maria gitti…
Mektubu çıkarttım, kapatılmamıştı. Son mektubun kapatılmayacağını biliyordu, işte. Kapağını hafifçe aralarken dışarı taşan ilk cümleyi gördüm:
“Hiç kimsenin suçu yoktu…”