KAYBOLAN ZAMAN
-MERSİN-
Çöl sessiz ve acımasızdı. Kumların rüzgârla dans ettiği, sıcaklığın insanı içine çekip kavurduğu bu sonsuz boşlukta, El-Yusuf yalnız başına yaşıyordu. Bir zamanlar kasabasının ortasında neşeli, yüzü gülümseyen bir adamdı. Ama şimdi, yıllardır kaybolmuş olan o gülümseme, yerini derin bir hüzne bırakmıştı. Çölün ortasında, kumların içine gömülmüş bir hayatın içindeydi. Onun için her gün, kaybettiği geçmişine dair bir hatıra gibiydi.
El-Yusuf’un kasabası, yıllar önce kuraklık ve kıtlıkla sarsıldığında terk edilmişti. Su kaynakları tükenmiş, tarım ve hayvancılık bitmişti. Kasaba halkı birer birer göç etti. El-Yusuf, ailesiyle birlikte son kalanlardan biriydi. Ne zaman kasabasından ayrıldıklarını hatırlamıyordu. Zihni, o döneme ait anıları silmişti sanki. Sadece bir hatıra kalmıştı, annesinin son kez “Hayatta kal, oğlum” dediği o an. O gün kasabayı terk ederken geride kalan her şeyin yok olacağını, taşların bile yavaşça kaybolup kumla örtüleceğini bilmeden yola çıkmışlardı.
Şimdi yalnızdı. Yalnız ve terk edilmişti. Çölün ortasında, hiçbir insana yakın olmayan bu küçük kulübede yaşamaya çalışıyordu. Her gün sabah uyanır, kumların arasında su arar, az sayıda hayvanını besler, akşam olduğunda ise yıldızların altında, tek başına sessizce uyurdu. Yalnızlıkla geçen yıllar içinde ruhu yavaşça tükenmişti. Kendisini bir hayalet gibi hissediyordu. Kimseye anlatamadığı, içinde büyüyen bir boşluk vardı. Geçmişi bir sis gibi sarhoş etmiş, hatırladıkça kalbine bir acı saplanıyordu.
Bir gün, çok sıcak bir öğleden sonra, El-Yusuf bir yabancı gördü. Çölün derinliklerinden, kumların arasından bir figür çıkmıştı. Zayıf bir adam, yüzü maskelenmişti. Gözleri, geçmişin yorgunluğunu taşıyor gibiydi. El-Yusuf, adamın yaklaştığını fark etti ve içindeki merak, onu harekete geçirdi. Yavaşça kalktı ve yabancıya doğru yürüdü. Adam, ona geldiğinde, gözlerini El-Yusuf’un gözlerine dikerek yavaşça “Su,” dedi.
El-Yusuf, içinden bir şeylerin uyanmaya başladığını hissetti. Yabancı, sanki geçmişin bir parçası gibiydi. Onunla daha önce tanışmış gibi hissetti. Su… El-Yusuf, yıllardır bu çölün ortasında yaşadığından beri bir yudum su dahi bulamamıştı. Ama bir şekilde, bir umut, bir içsel ses, ona bu yabancıya yardımcı olması gerektiğini söyledi. Hızla kulübesine koştu, biraz su getirdi. Yabancı, suyu içtikten sonra derin bir nefes aldı ve bir süre sessiz kaldı.
“Ben de seni hatırlıyorum,” dedi adam sonunda, “beni unutmadın mı?”
El-Yusuf şaşkın bir şekilde bakarak “Siz kimsiniz?” diye sordu.
Yabancı, başını eğdi ve uzun bir sessizlikten sonra, “Ben senin geçmişinim,” dedi, “kasabandan, ailenin kaybolan parçası. Zamanında burada yaşayan biri, kaybolmuş bir çocuk gibi… Bir zamanlar birlikte gülüp oynadık, değil mi?”
El-Yusuf, gözlerini kapattı. O kadar uzun bir zaman geçmişti ki her şey bulanık bir hatıra gibi geri geliyordu. “Bunlar… bunlar gerçekten hatıralar mı?” diye fısıldadı.
Adam yavaşça başını salladı. “Gerçekten hatırlamak istemiyorsun. Geçmişinle yüzleşmek acı verir. Ama unutma, her şey bir bedel ister.”
El-Yusuf’un kalbi hızla çarpmaya başladı. Yabancı, elini El-Yusuf’un omzuna koyarak, “Beni takip et,” dedi.
Çölün derinliklerine doğru yürümeye başladılar. Aralarındaki sessizlik, çok derindi. Yabancının gittiği yolda, bir tür içsel huzursuzluk vardı. El-Yusuf, onu takip etmek zorunda hissetti, ama nedenini bilmiyordu. Gittikçe çöl daha da ıssızlaşmıştı. Arada bir yuvarlak taşlar, kuru ağaçlar, uzaklarda dağlar belirdi. Ve sonra, birdenbire, bir mezarlık… Göçüp gidenlerin sessiz yeri… Kasabanın eski halkının gömülü olduğu yerdi burası.
El-Yusuf, mezarların arasında dolaşırken bir an bir mezarın başında durdu. Yabancı ona yaklaşıp, “Burası senin yerin, El-Yusuf,” dedi, “kasabadan geriye kalan her şey bu topraklarda.” Yabancı kayboldu. El-Yusuf, yalnız kaldığında, mezarın başında diz çökerek ellerini toprağa koydu. Geçmişiyle, kaybolan kasabasıyla, kaybettiği tüm insanlarla yüzleşmek zorundaydı. O kadar çok şeyi unutmuştu ki hatırlamak bile acı veriyordu. Annesinin son sözleri, babasının azarlamaları, kardeşinin kayboluşu… Hepsi bir hayalet gibi arkasından sürükleniyordu.
Bir süre sessiz kaldı. Yalnızlığın içinde, zamanın ne kadar acımasız olduğunu düşündü. Ne kadar yaşarsa yaşasın, çölün derinliklerinde, kaybolmuş bir hayatın içinde sıkışıp kalmıştı. Geçmişiyle barışmak istemiyor ama onunla savaşıyor, bir türlü kendini özgür hissedemiyordu. Sonra bir karar verdi. Geçmişin izlerini bırakacak, yeniden doğacaktı. Çöl, ona başka bir hayatı kabul etmeyecek kadar sertti, ama belki de yeniden başlamanın zamanı gelmişti.
Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Yabancı bir hayal miydi, yoksa gerçekten geçmişin bir parçası mıydı, bilmiyordu. Ama şunu fark etti: Çöl, her şeyin unutulabileceği, her şeyin kaybolabileceği bir yer değildi. Hatırlamak, kabullenmek, her şeyin sonu değil, başlangıcıydı.
Ve El-Yusuf, çölün ortasında, yalnız ama güçlü bir şekilde ayağa kalktı. Geçmişin izlerinden sıyrılmış, yarının belirsizliğine doğru adım attı.