KAYBOLAN ZAMAN – 5

-MERSİN-
Yusuf çok yorgun kalktı, o kadar yorgundu ki nefes alırken bile kaslarına vuran ağrıdan canı acıyordu. Bir parça koparcasına bağırmak istiyordu. Bu yorgunluğun sebebi çalışmak değildi veya ağır işler yapmak; insanı en çok yoran şey düşüncedir. İnsanı bir iş yoramaz, insanı kendisi yorar.
Ruhu ne kadar yıkılmaya hazır bir binaysa kendisi de oraya gelecek bir kepçedir. Hayat budur: mutluluğu aramak, hayatta anlam aramak yerine bir kepçe olmadan yaşaman gerekir. Ne zaman bir kepçe olursan o kadar binaya zarar verirsin.
Yusuf olacakları bilerek gitti. Bu gece uyumamak için çuvaldan mırrasını çıkardı, hazırladı ve içti. Sabahı bekleyecekti; güneşi, aydınlığı, babasının şiir kitabını da alıp Qadar’ın yanında oturmaya gitti.
Qadar bir şeylerin farkında gibiydi. Yusuf’a kafasını uzattı, göğsüne yaslandı. Biraz sevgiden sonra o şiir açıldı. ‘Kaybolan Zaman’, okumaya korktuğu ama en sevdiği şiirdi; çünkü ne zaman okusa düşünceleri durmazdı. Şimdi ise her şeyiyle defalarca okuması gerekiyordu. Parmağını diliyle ıslattı ve sayfaları çevirdi.
“Bilmem günler, aylar geçer mi?/ Uykusuzluğum bir gün biter mi?/ Sevgili bağımdan gidiyor,/ kaybolan zamana değer mi? // Ruhun yansıması mıdır beni çökerten?/ Yoksa güneş gibi gözlerin mi yeşerten?/ Bu yollar dur durak bilmiyor,/ kaybolan zamana değer mi? // Bulamamış mı insan sevgiyi?/ Bitmez mi bu kalbin hasreti?/ Sevgi sensizlikte bitiyor,/ kaybolan zamana değer mi?”
Yine olmuştu, düşünceler gelmişti ama bu sefer rahattı Yusuf. Farkındalıktan mıydı bilinmez, her şeyinle okumak buydu sanırım. Yapacak bir şeyin kalmayınca, çaresizlik duygusuyla baş başa kalınca yapılıyormuş. O gece Yusuf sadece okudu.
Güneş tepelerden belli etmeye başlamıştı kendini. Yusuf kalktı, Qadar’ı öpüp: “Tekrar görüşeceğiz ve daha mutlu olacağız” dedi. Annesinin leçeğini aldı eline, öptü, başına geçirdi. Babasının kitabını da göğsüne koydu, uzandı, leçeği gözlerine perde gibi indirdi ve uyudu.
– Günaydın, Yusuf, hoş geldin.
– Günaydın. Haydi, ne yapılması gerekiyorsa hemen yapalım, hazırım.
Yusuf bir şey fark etti; leçek hâlâ kafasında, kitap da yanındaydı. Ses etmedi.
– O kitaptan ‘Kaybolan Zaman’ı yırt ve bana ver.
– Ned…
– Ver dedim! Uzatma.
Yusuf’un içi acıyarak yırttı sayfayı ve adama verdi. Adam cebinden kibrit çıkarıp kâğıdı aleve verdi. Aleve verir vermez Yusuf’un içi daraldı, nefes alamadı. Kâğıdın yanması bitince bir çukur çıktı ortaya, Yusuf’un nutku tutulmuştu. Kendi kendine “Bitecek bunlar” dedi. Adam leçeği istedi. Boynuna bağladı, çukurun içine atladı.
– Buna emin misin?
– Eminim, sen ben sen ben sen sen yaşayacağım, Yusuf, senin gibi.
Yusuf kürekle başladı kumu atmaya, adam hiç tepki vermiyordu. Tıpkı bir kütük gibi yatıyordu. Yusuf çok şey demek isterdi ama dili varmıyordu. Sustu. Adam tamamen kumun altına girdikten sonra yere oturdu, havaya baktı ve bir anda renkler, kokular her şey değişti. Yusuf buna inanamıyordu; her şey buradaydı, kasaba, insanlar ve o ses:
“Yusuf, oğlum, gel, yardım et şunları taşımama.”
Annesiydi, oradaydı, onu bekliyordu. Gitti yanına, bir kez öptükten sonra, “Zamanı kaybetmemek lazım, anne,” dedi. Ruhunda kendisi de vardı aslında; kendisini değil, düşüncelerini gömmüştü…