ÖYKÜ 

KAYBOLAN ZAMAN – 2

Adımını atar atmaz bir bitkinlik çöktü üzerine ve yere yığıldı. Uyandığında kimse yoktu, mezarlık geçmişi yine aynı yerdeydi. Çadırında ne olduğunu anlamaya çalışıyordu; anılar buydu, anne, baba, kardeş yoktu, kasabası yok, huzuru yok, tek varlığı annesinin “Hayatta kal.” sözüydü. Yapamıyordu. Annesini toprağın altına, kimine göre cennet-cehenneme, kimine göre bir hiçliğe verdiğinden beri annesinin sözünden dolayı kıymıyordu kendine. Aslında kıyamadığı kendisi değil, annesiydi. O güzel ses, şefkatli eller ve son sözüne kıyamazdı. Belki hiçbir şeyi yoktu ama annesinin sözü vardı: “Hayatta kal, kuzum.

Her şeyi bu olan bir adam ne kadar kendisiydi. Fazla düşünüyordu; geç kalacaktı, hayvanlarının yanına gitmesi gerekiyordu, yoksa aç kalacaktı. En azından yemek yiyebiliyorum diye düşündü. Kalktı, yüzünü havluyla sildi, tütününü sardı, kuru ve sert dudaklarının arasına koydu. Ekmek ve matarasını alıp çıktı.

Eski bir şiir kitabı vardı. Babasını her hatırlamak istediğinde eli bu kitaba giderdi. Babası kasabada okuma yazma bilen nadir insanlardandı. Yusuf’a da o öğretmişti. Babasından kalma sararmış sayfalar, yıpranmış kapak ve yorgun yazılar, başka bir hayat, yaşanmışlıklar, okunmuşluklar. Hayvanlarının yanına geldi. Çubukların arasına gerdiği örtüsünün gölgesine uzandı, açtı o yorgun yazılardan bir tanesini ve okumaya başladı.

Okudu, okudu fakat bir şeyi fark etti. Anlamıyordu. Ne yazdığına dikkat etmiyor, sadece okuyordu. Bu bir metin değildi, bir şiirdi. Yaptığını fark etti, durdu, kendine bir tane tokat savurdu, aklını toparladı gibi oldu. Sonra tekrardan açtı ve bir daha okumaya başladı.

Kimsin sen? // Gözlerim görmez bahsedilen nurunu,/ kulaklarım işitmez evrenlerde yankılanan sesini./ Varlığından geri ne kalır bana?/ Ne sen varsın, ne de sensizliğin. // Varlığından bir haber yaşarım./ Kitaplarından ırak,/ dediklerin ne kadar yarar bana?/ ne sen varsın, ne de sensizliğin.” (Yazan: Biri)

Anlamıştı zaten bir şeye bağlı değildi, kimi kimsesi yoktu, bir yaratıcısı bile. O kadar yalnızdı. Bir dostu vardı ama ismi Qadar’dı; kader demekti. O kadar şeye rağmen Qadar onunlaydı. Yavruyken almıştı, o kasabadan beri onunla gelen tek canlıydı, her şeyiydi.

Kalktı oturduğu yerden, yanındaki kaktüsten bir parçayı bıçakla kesip Qadar’a uzattı. Afiyetle yedi. El-Yusuf başını okşadı, öptü ve bohçasından ekmeğini çıkardı. Nasırlı ellerinin arasında bir kalp gibi ikiye ayırdı ekmeği, bir yarısını bohçaya geri koydu. Elindekinden bir ısırık aldı, testisinin kapağını açıp suyundan da bir yudum aldı. Sonra bir şey aklına geldi; bugün gördüğü şey: “Ben senin geçmişinim.

Tüyleri diken diken oldu; her şey o kadar gerçek ve bir o kadar da eski geliyordu. Rüya mıydı yoksa bir çağrı mıydı? Anlayamıyordu. Kolay kolay gördüğü rüyaları hatırlamazdı ama bunlar çok netti. Anılardan dolayı mı net geliyordu yoksa rüya değil de yaşanmış olabilir miydi? Bir anda deliler gibi bağırdı:

– NEDEN? NEDEN? Eğer beni duyuyorsan, varsan oralarda bir yerlerde, neden ben? Mutluluğum seni sinir mi ediyor? Sen mutlu olacaksın diye ben delirmeli miyim?

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar