EDEBİYAT 

TAKVİM YAPRAKLARI, KEDİ VE ADAM

– 13 Ekim 1997 –

Gözlerimi odanın rutubetli tavanına açtığımda hiçbir şey hatırlamıyordum. Bir süre etrafıma bakınıp anımsamaya çalıştım. Sabah olması gerekiyor; ama hava kapkaranlık. Odadaki her şeyin rengi solmuş. Hafif bir rutubet kokusu eşlik ediyor bana. Çok az şey var odada. Gıcırdayan eski yatağın karşısındaki duvarda asılı fotoğraflar var; yine siyah beyaz. Bir kadın, bir erkek portresi, mutsuz olduğu belli bir aile fotoğrafı ve odadaki tek renkli şey olan genç, güzel bir kızın yağlı boyayla çizildiğini sandığım portresi. İri göğüsleri olan kadın korkutuyor beni. Sert bakışlarıyla takip ediyor gibi. Yanındaki bıyıklı adamın buruşuk ve çatık kaşlarından çok rozetlerle dolu üniforması dikkat çekiyor. Onların altında diğerlerine göre daha ince, toz dolu siyah bir çerçeve içindeki aile fotoğrafı yürek burkan cinsten. Dört kişi de sıcak bir aile fotoğrafı çekebilmek için uygun bir şekilde durmak istemiş belli ki. Ama hepsi kaskatı bir halde, samimiyetsiz, aralarında uçurumlar var gibi. Küçük kız ürkek bakışlarıyla masum bir kediyi anımsatıyor. Ama bir kolunu kızın omzuna atmış, ağabeyi olduğunu sandığım oğlan beni etkisi altına alıyor. Diğer üç kişinin aksine sokakta oyun oynarken aceleyle getirilmiş gibi; yüzü kirli, dizleri morarmış. Uzun uzun bakıyorum, bir davete hazırlanmış, aynada kendime bakıyorum adeta. Ama o kızın portresi, ustaca fırça darbeleri, renklerin uyumu… En çok da kızın güzelliği etkiliyor beni. Yanaklarına usulca değen dalgalı kestane rengi saçlarının yumuşaklığını hissediyorum. Süt beyazı teni, yanakları hafif pembe. Bahar kokulu parfümü geliyor burnuma. Narin ellerinde bir kitap değiyor kabarık eteğine. Ayrıntılarında kayboluyorum resmin. Ama ona baktıkça kalbimin derinliklerinde bir kıpırtı hissediyorum, acıyla karışık. Korkuyorum zihnimin derinliklerinde onu aramaya. Ama eminim, tanıyorum. Küflü duvarın öbür ucundaki saatli maarif takvimine yönelerek bastırıyorum onu hatırlama isteğimi.

(13 Ekim 1997. Koparılmayı unutulmuş bir yaprak mı bu? Sararmış, solmuş yazılar. Ankara’nın Başkent Oluşu: 1923. Çocuğunuza isim: Piraye. Günün Sözü: ‘Sanki acı, mekân olarak düşünceyi tutmuştu.’)

Yazılanlara uzunca bakıp bana yazılmışçasına anlam çıkarmaya çalıştım. Kimdi Piraye? Toz tabakasının altında kalmış çizimler gözüme ilişti odanın bir köşesinde. Hepsi aynı kız. Yeşil gözler, soluk mavi elbise, yüzünde hafif bir tebessüm, kendi halinde, dağınık saçlar. Fırça darbelerinin sertliğinden anlaşılıyor öfkeli ama bir o kadar da kırgın birinin elinden çıktığı. Ama niye? Bir tane de kartpostal var üstünde italik harflerle ‘Bad Windsheim’ yazan. Hemen arkasını çeviriyorum bir şeyler görmek umuduyla. Ama soluk yazılar arasında sadece birkaç şey seçebiliyorum. ‘Seni çok özledim… İzah ettiğim gibi, oraya kısa zamanda gelmem çok zor… Bu son mektubum olacak; ancak sana sebebini söylemeye dilim varmıyor. Lütfen anla… Piraye, 11 Ekim 1996.’ Kimsin sen, Piraye?

Camın kenarında bir kedi izliyor ben bunları yazmaya başladığımdan beri. Hiç gözünü ayırmadı neredeyse. Yağmurdan saklanıyor herhalde. Yanına gidiyorum, uzun uzun bakıyorum yemyeşil gözlerine. Kedileri hep gizemli bulmuşumdur. Bana bir şey anlatmak istiyormuşçasına anlamlı bakıyor. İçeri mi alsam diye düşünüyorum. Gök inledi, yerler çamur. Ama bu kedi… Süt beyazdı. Hiç kirlenmemişti, paktı. Aynı resimdeki kız gibi. Kimsin sen?”

——————–

– 14 Ekim 1997 –

“Bugün yine kapkaranlık bir sabaha kan ter içinde uyandım. Uyuyunca her şey geçer, unutur, iyileşir sanırdım. Olmadı. Yine aynı odaya uyandım. Küçük bir çocuk vardı, üstü başı çamur. Her şey kesik kesik gözümün önüne geliyor. Loş bir marangoz dükkânı, çocuk korku içinde ve iri yarı adam… Sertçe tuttu cılız çocuğu yakasından. Titreme. Çöpmüşçesine dışarı fırlattı çocuğu yağmura aldırmadan. ‘Kovuldun!’ Çocuk sessizce ağladı gururundan. Hava karardı, gök inledi; çocuk bunlardan korkmadı annesinden korktuğu kadar. Sırtımda hissettim kemer izlerini, bana yapılmış gibi. Küçük kız izledi ağlayarak kapının ardından. Tarlaya koştu çocuk, yağmur sızlattı yarasını. Ama gecenin karanlığında ışık oldu ona, süt beyazı kedi. Uyandım. Yine o kedi çıkmıştı karşıma rüyamda. Ama şimdi, ona en ihtiyaç duyduğum anda, camın kenarında yoktu. Yapacak hiçbir şey yok düşünmek ve etrafı incelemekten başka. Duvardaki kadın yine bana bakıyor. Çekip çıkarıyorum onu duvardan, buruşturup atıyorum bir köşeye. Ama ıstırabı devam ediyor altındaki çerçevede. Küçük kızın ürkek bakışları dün gecekiyle aynı. Neden yaptığımı bilmesem de yavaşça çıkarıyorum çerçeveyi asılı olduğu çividen. Fotoğrafın önünde duran cam, ruhunu yok ediyor, acısını gizlemeye yardımcı oluyor. Çerçevenin kapattığı yerde el yazısıyla ‘1970 Beyoğlu’ yazıyor. Refleksle arkasını çeviriyorum fotoğrafın. Sadece, ‘Bizi unutma… -S.’ yazıyor. Uzunca bir süre boş boş etrafa baktım sanırım. Sonra benim süt beyazını sonunda grileşmiş olarak görmek umuduyla pencereye yöneldim. Gelmişti. Ama yine kuru ve temizdi. ‘Nasıl oluyor da böyle kalabiliyorsun? Ne anlatmak istiyorsun bir dile gelebilsen de söylesen!’ Ona anlatıyorum bugün neler yaptığımı. Ama bu sefer niyeyse gözlerime bakmıyor. Neye baktığını anlamaya çalışıyorum. Tabii ya, takvim. Unuttum bugün koparmayı yaprağını. Merakla ve çocuksu bir heyecanla koparıyorum Piraye’nin yaprağını. Niye böyle dedim ki şimdi!

(14 Ekim 1997. Meryem Ana Fırtınası. Nobel Barış Ödülü, Martin Luther King’e verildi: 1964. Ne de güzel bir sözcük barış. Birbirine varmak. Çocuğunuza isim: Sultan. Günün sözü: ‘Hiçbir şey düşünmüyorum; ama düşüncelerimden kurtulamıyorum.’)

Bekliyorum; ama neyi? Her şeyi unuttum. Unutuşum bir nehir gibi, içine kapılmış hayatım. Akıntıya karşı yüzmeye çalışıyorum; ama bu bana acı veriyor. Girdabına kapılıyorum. Kıyıdan uzanan dallara tutunmaya çalışıyorum. Kırılıyorlar. Onlar beni bulsun diye kendimi bırakıyorum. Ama adeta benden kaçıyorlar. Suların durulmasını bekliyorum.”

——————–

– 15 Ekim 1997 –

“Bugün kendimi çok yorgun ve kırılgan hissediyorum. Sabah hayata tutunmamı sağlayan sararmış saatli maarif takviminin 15 Ekim yaprağını koparmak için kalktığımda eksik olduğunu gördüm. Bütün gün hiç tanımadığım insanların fotoğraflarına bakıp kendi girdabımı yaratmak beni yordu. Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Bugün sadece benim yerimde başka herhangi bir insan olsaydı ne yapardı diye düşündüm ve muhtemelen yapacakları şey olan yatağa uzanma fikri aklıma yattı. Zaten elimdeki kâğıtlar da azalıyor. Düşündüğüm onca şeyi kendime saklarsam kafayı yemekten korkuyorum. Her ne kadar kâğıda yazdıklarımı bir tek ben okusam da… Şimdi tek istediğim unutuşumu unutmaya çalışmak için kendimi uykunun kollarına bırakmak.”

——————–

– 16 Ekim 1997 –

“Bu odada aylarca kalmış gibi hissediyorum. Duvardaki takvim olmasa kaç gün geçtiğini bile unutacağım neredeyse. Sabah ilk işim, takvimin yaprağını koparmak oldu yine. Buruşuk çarşafa uzandım, duvara dayalı sert yastığın üstüne. Silinmiş sayılar, şehir adları… Yağmur mevsiminin başlangıcı. Çoktan başladı bile yağmur. Gök yarıldı. Pencereme vuran yağmur damlalarını izledim. Odamın gördüğü dar, çamurlu sokaktan geçen bir insan bile görmemiştim günlerdir. Sert rüzgâr zavallı yaprakların ağaca tutunmasını güçleştiriyordu. Yakınlarda bir yerde şimşek çaktı. İçimde hissettim onu. İçimdeki fırtınanın yanında neydi ki bu? Esen yelle uçuştu yapraklarım. Sırılsıklam oldu toprağım. Güneşimin battığı günü bile hatırlamıyorum. Irmağım taştı, çiçeklerim öldü. Ama biliyorum, dinince bu yağmur yeniden yeşereceğim. Güneşim yeniden doğacak, büyüyeceğim. Rengârenk olacak ruhum, biliyorum. İnanıyorum.”

——————–

– 17 Ekim 1997 –

Bir gün olsun gözlerimi huzurlu ve sıradan bir sabaha açmak istiyorum artık. Kesintisiz bir uyku çekecekken sabaha karşı yine bir rüyayla bölündü uykum. Ama bu sefer öncekilerden farklı bir rüyaydı gördüğüm. Eski, taş bir evin içinde gıcırdayan kapıyı bulmak için sesleri takip ettim önce. Bir türlü bulamıyordum kapıyı. ‘Çamaşırları topla!’ Dışarı çıktım. Taş evin etrafından dolanıp her biri farklı renk iplere asılı çarşafları hızlıca çekip çıkardım. Bir anda ahırdan gelen dayanılmaz gıcırdama sesiyle bembeyaz çarşafları yere fırlatıp boyası soyulmuş tahta kapıya koştum. Her tarafı bir ışık kapladı. Kör olacağım sandım. Böyle, ‘Nur indi’ derlerdi ya eskiden. Aynen öyle bir şeydi, hayal edebileceğimden bile parlak. Kapının eşiğinden attım adımımı sonunda. Boşluk. Büyük bir hızla düşüyordum. Çığlık. Çamura battım bir anda. Göğe baktım. Sonsuza uzanan koyu yeşil çam ağaçları. Sanki aşağıya bakmak istemiyordum. Mezarlıktaydım. Yürümeye başladım grileşmiş, soğuk mezar taşlarının arasında. Kimisinin toprağı bakımsız, otlarla dolu; kimisininkinde rengârenk çiçekler, bazısı terk edilmiş gibi, üstünü örten ıslak bir toprak olmuş tek ziyaretçisi. Uzaktan ağlama sesleri geliyor. Derin bir nefes… Omzuma biri dokundu usulca. Parmağa baktım göz ucuyla. Buruşuk… Titriyorum, korkudan veya belki de soğuktan. Arkamı dönüyorum. Saliseler içinde bir adam silueti görüyorum.

Uyandım. Şu zamana kadar gördüğüm hiçbir rüyayı bu kadar ayrıntılı hatırlamıyorum, sanırsam. Belki de sadece uyanır uyanmaz unutmama telaşıyla yazmaya çalıştığım içindir. Ya da kim bilir görmek istediğim şeyi hayal etmişimdir sadece. Yazıyorum günlerdir her düşündüğümü, çiziyorum, karalıyorum biteceğini düşünmeden kâğıtlarımın. Ama şimdi farkına varıyorum kapıldığım akıntıda artık kıyıdan uzanan dalların olmadığını. Belki de kopardığım takvim yaprakları olacak yeni dinleyicim.

(17 Ekim 1997. Nobel Edebiyat Ödülü Fransız yazar Albert Camus’a verildi: 1957. Günün sözü: ‘Gecenin en karanlık anı şafak sökmeden az öncedir.’)

Son cümlelerimi yazışıma şahit olmak için gelmiş galiba kedi. Etrafa saçılmış yağlı boya çizimlerini, esrarengiz kadının portresini, neredeyse okunmayan mektubu, kopardığım takvim yapraklarını ve duvara süs olmaya çalışan diğer fotoğrafları toplayıp masaya koydum. Lambanın ışığı gittikçe azaldı, kedinin kapıya bakan parlak yeşil gözleri dışında bana önümü gösteren bir şey kalmadı. Kâğıt bitti.

* * *

Adam yavaşça kalktı tahta sandalyesinden. Boş gözlerle masaya dizdiği beş günlük hayatına baktı. Kediyle konuştu, anlamaya çalıştı. Dakikalarca kedinin gözlerine baktı. Kapı… Hiç açmayı denemediği, sorgusuz sualsiz birinin ardından kilitlediğine inandığı kapı. Sahiden bir odaya kilitli kaldığını düşünen bir insan hiç mi kapıyı zorlamazdı? Yavaşça, biraz da korkak, çekingen adımlarla kapıya yürüdü. Hayır, kapı kilitli olmalıydı. Açık olsa bilirdi. Bunca gündür bu odada ne arıyordu o zaman? Soğuktan kurumuş ve çatlamış eli yavaşça kavradı tahta kapının kolunu. Açılmayacağına inandırmaya çalışarak kapı kolunu oynattı. Gözlerini yumdu; ama kapı açılmıştı. Hemen başını çevirdi kediyi görmek umuduyla. Beş gündür pencerenin dibinden ayrılmayan süt beyazı kedi gitmişti. Kapının ardındaki hayata baktığında her şey oldukça sıradan görünüyordu. İçerden miyavlama sesi gelince yüzü bembeyaz kesildi. Korkarak salona gittiğinde mamasını yiyen beyaz kedisini, masada bundan bir hafta önce mumlarını tek başına üflediği doğum günü pastasını gördü. Eskimiş, turuncu renkli bir örtü serili kanepeye bıraktı kendini. Sular durulmaya başlamış, sonunda kıyıya çıkmıştı. Ama kıyıdakiler hırçınca akan nehirdekinden daha mı az acı veriyordu ki? Açık kalmış eski fotoğraf albümünü aldı eline. Uykusuzluktan morarmış gözlerini ovuşturdu. İri göğüsleri olan kadın korkutuyordu onu. Sert bakışlarıyla takip ediyor gibi. Yanındaki bıyıklı adamın en çok rozetlerle dolu üniforması dikkat çekiyordu. Onların altında duran samimiyetsiz aile fotoğrafının bir parçası olmak acı veriyordu ona. Ama o kızın portresi bu sefer yağlı boya değil, bir fotoğraf olarak… Postalanmış yüzlerce mektubu yazan güzel ellerden geriye kalan… Her şeyi hatırlamanın hafifliğiyle uyuyakaldı kanepenin üstünde. Ay ışığı vurdu yüzüne. Karanlığı aydınlatan, hep güneş olmak zorunda değildi.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar