EDEBİYAT 

KUZEY YILDIZI’M

Şimşekler çakıyordu, hepsi aynı renk olan şemsiyeler adeta altında saklanan insanın ruhunu yansıtıyordu. Hepsi benliğini kaybetmiş birer bedene saklanıyordu. Duygusuz. Otobüs durakları tıklım tıklım, herkes küçük bir çatı altında yağmurdan saklanıyordu. Telaşlı gözler arada bir yola kayıyor, otobüs ne zaman gelecek diye bekliyordu.

İşten yeni çıkmıştı ve elinde son birkaç ayın raporlarını ıslanmasınlar diye sıkı sıkı tutmuştu. Kızıla kaçan saçları hafiften ıslanmaya başlayınca sarı yağmurluğunun gözlerini saklayan kapüşonunu taktı ve ağır adımlarla insan kalabalığına karıştı. Gözleri saçından daha da kırmızı bir haldeydi ağlamaktan. Kovulmuştu; boşlukta ve çaresizdi. Gökten kayan yağmur damlalarının bile bir amacı varken, o bir hiçti. Tek sahip olduğu, sıradan bir işti ve artık onu da kaybetmişti. Ayakları onu sisli Boğaz’a bakan ıslak banka doğru götürdü. Hiç tereddüt etmeden oturdu boyası soyulmuş banka. Başı o kadar doluydu ki! Şimdi ne yapacaktı, ev sıcak mıydı, kedisi ne yapıyordu? Gözlerini sımsıkı kapatıp sadece seslere odaklandı bir süre. Yağmura rağmen bağıran martılar gibiydi simitçinin sesi. Sabırsızca çalınan kornalar eşliğinde kalabalığın uğultusunu dinledi. Aniden çakan şimşekle irkildi, gözlerini açtı. Farkına vardı tekrardan. Hiçliğinin, korkularının, yalnızlığının…

Koca bir kalabalığın içinde yapayalnızdı, işte.

Uyan artık, farkına var kendinin. Sen kimdin, hatırla!

– Kimsin?

Sesin cevap vermesini bekledi ürkmüş halde, etrafına bakındı. Her şey gözlerini kapatmadan önceki gibiydi.

Saman kâğıdına karalardın bir şeyler, ruhun renkliydi. Kâğıt gibi sarardın.

Sırılsıklam olmuş elleriyle sıkıştırdı başını. Gerçek değildi bunlar, olamazdı. Annesinin eski zamanlarda ona uzattığı yumuşacık, portakal çiçeği kokan ellerini hissetti. Onu düştüğü her çukurdan kurtaran, hep yanında olacağını söyleyen annesi. Ama hayır, olamazdı. Bırakıp gitmemiş miydi onu? O terk etmişti onu, haindi. Çilli yanaklarını sildi. Kendine acımaya başladı.

Benliğinin peşini bırakma sakın, koş ardından, yakala.

Bırak beni!” diye çığlık attı; ama yağmurun sesi her şeyi bastırdı. Kendini duyamaz olmuştu.

Annesiyle hep dinlediği ezgiler aklından geçiyordu. “Bir gün sıkışırsan ve beni bulamazsan buna sarıl” derdi kızına. Hayallerini hiç bırakmamasını isterdi, korkularından kurtulup özgürce yağan yağmur damlaları gibi.

Artık bana bakma/ koynuma da girme/ uzak ol/ mazi ol.

Tekrar zihninde canlandı o anlar. Tekrar dinledi o şarkıyı adeta. Ezgi ilk günkü gibi canlı ve parlaktı hafızasında, silmişti annesinin yüzünü ama. Hatırlamaya çalıştı, zorladı kendini. Nasıl olmuştu da hayatının en değerli parçası, akıl hocası onun için bu kadar silikleşebilmişti. Onu terk ettiği gün hayat başına yıkılmıştı. Tek başına olduğunu hazmetmesi tam yeşermeye başladığı zamanlarına denk gelmişti. Hep güçlü olmayı bildi, ayakta durdu. Ama bugün yaşadıkları onu on yıl öncesine götürmüştü. Aynı o günkü gibi çıkarmak istiyordu annesinin laflarını aklından. Tekrar ayağa kalkmak, kendi başına göğüslemek her şeyi, aşmak istedi zorlukları.

Artık özgürdü aslında, kimsenin emirlerine uymak zorunda değildi. On dokuz yaşında, eline aldığı kalemi yıllarca bırakmamıştı. Boş kâğıtlar, o ve kalemiyle anlam kazanırdı. Ama bir gün onu ne olursa olsun yazmayla barıştıran annesinin öldüğü haberini duyunca küsmüştü kaleme ve kâğıda. Kendini boş bir kâğıt gibi hissetmeye başladı o gün. Yıllarca hayatı ev ve iş arasında sürdü. Onu hayata küstürüp kalemle tanıştıran, arasını bozup tekrar yapan yine annesi olmuştu.

Ayaklarına sertçe vuran dalgayla tekrar döndü simitçinin olduğu dünyaya. Soğuktan neredeyse donacak olan ayaklarını hissetmeden koşmaya başladı kalabalığa doğru. Bir su birikintisinden öbürüne bastı. Martıları yerinden etti. Kendi etrafında dönmeye başladı büyük bir gülümsemeyle yüzünde. Ulaşmak istediği “ben”e çok az kalmıştı. Bağırarak söylemek istedi:

Merak etme, ben düşmem/ bakma, dönme, bırak beni/ böyle.

Hayatında hiç olmadığı kadar huzurlu hissediyordu. Bütün sıkıntılar geride kalmıştı. Kalabalığı yararak fark etmeden evinin dik yokuşuna ulaştığında yeni fark etmişti güneşin açmaya başladığını. İki gökkuşağı oluşmuştu yan yana… Büyük olan annesi, küçük olansa oydu. Hep oflayarak çıktığı yokuşu mutlulukla koştu bu sefer. Eve girer girmez ilk yaptığı şey, raflarda tozlanmış eski yazılarını çıkarıp maziyi hatırlamak oldu. En büyük hayalini, hayatının sonu sandığı bir olayla gerçekleştirdi. Bütün yazılarını yayınevine attıktan sonra bir kuş gibi hafiflemiş halde uykuya daldı.

Uyandığında çoktan hava kararmış, yıldızlar parıl parıl parlıyordu. Annesini yüreğinin en derininde hissetti. Gökten onu izliyordu Kuzey Yıldızı. Yırtık bir kâğıda şu sözleri yazdı:

Hızlı koşsam da, yuvarlansam da/ bırakmam ellerinden/ ben ilk seninle hayaller kurdum/ vazgeçemem ki senden/ Kuzey Yıldızı’m.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar