SİMİT
-ADANA-
Yüzlerce simit havada uçuşuyor, tutmaya çalışıyor, olmuyor; zıplıyor, tam yakaladı derken hop elinden kayıyor. Uçuyor şimdi, bir simitten ötekine değiyor eli ama olmuyor, bir tane bile alamıyor, yakalayamıyor; tamam, bu sefer oldu derken hızla yuvarlanarak, dans ederek, süzülerek kayıyor simitler elinden, her yöne kayıyor, bütün gökyüzü simit şimdi. Rüzgâr savuruyor bir o yana bir bu yana simitleri, kokularını yayıyor her tarafa, misk, yanık, kavruk kokularını çekiyor içine. Simit diye uzun uzun bağıran, tiz bir sesle bağıran, on bir yaşında ha var ha yok, bir çocuğun sesi yankılanıyor kulaklarında.
Uyandı Rasen, ter içinde kalmıştı, soluk soluğaydı, tavana ilişti birden gözleri. Tavandan sarkan lamba da simit şeklindeydi. Bir anlığına kapadı gözlerini, sonra tekrar açtı belki öyle değildir top gibidir, çiçek modellidir, yaprak görünümlüdür diye açtı ama hayır, simit şeklindeydi.
Canı kalkmak istemiyordu, yan dönüp yatmak, hiçbir şey düşünmeden öylece uyumak istiyordu, soluna döndü, çekti yorganı başına, terlemişti. Terliyken su içilmez sözü geldi aklına, sonra annesinin bu sözü
“Terliyken su içilmez değil, su bile içilmez” diyerek bir söylenme halinde düzeltişini anımsadı. Kapı önünde oyunlar oynayıp, koşturup terlemiş olarak eve döndüğünde “‘Terli terli su içilmez’ değil, eksik söylüyorlar bu sözü, doğrusu ‘Su bile içilmez’ ama artık her şeyi kısaltıyorlar, cümleleri tam kurmuyorlar” diye söylenirdi annesi.
Bir yandan söylenir, bir yandan da mis kokan yumuşak bir havluyla hafif sertçe ve hızlıca Rasen’in saç diplerindeki, boynundaki ve yüzündeki teri silerdi. Yetmişli yıllardı annesinden bu söylenmeyi duyduğu zamanlar, o yılları anımsadı ve annesinin ölmüş olduğuna içerlenip, “Ah, anneciğim! Şimdi hayatta olsan da iki binli yıllardaki kısaltmaları görsen!” diye geçirdi içinden.
“Terliyken su bile içilmez, simit bile yenmez, zıbarıp uyunmaz da” dedi kısık bir sesle ve yorganı itti üzerinden, oturdu önce, sonra pijamalarını, sutyenini, külotunu çıkarıp yenilerini giymek üzere kalktı. Teri üstünde soğumadan… Yeni giysileri tatlı bir ılıklık geçirmişti tenine. Su içebilirdi artık.
“Vermişler midir, can simidi ona da? Yüzme bilir bilmesine de uzun mesafe işte, denizleri aşmak, yeni kıyıya varmak, buradan ayrılmayı, oraya sığınmayı başarmak kolay olmasa gerek!” diye düşünürken garip bir donukluk sardı bedenini. Donakalmış bir halde bardağa boşalan suyun akışına dalıp gitti. Donakalmak bazı zor durumlarla bir başa çıkma yöntemiydi, daha doğrusu çaresiz kaldığı anlarda bir sığınma biçimiydi onun için.
Bardaktan taşan suyun serinliğini ayaklarında hissedince kendine geldi, içti suyu, kana kana içti. Terli çamaşırlarını çıkardığı, yerine yenilerini giydiği ve terliyken su “bile” içmediği için annesinin kızmayacağını düşündü, bundan huzur duydu. Tekrar yatağa girip zamanını hiçbir şey düşünmeden geçirmek, bütün gününü uykuya vermek istiyordu; uyku, zamanın daha çabuk geçmesini sağlıyor, ondan gelecek haberi daha kısa sürede alacağı umudunu veriyordu ve bir de bugün cumartesiydi.
Tam uykuya geçeceği sırada ‘bir gün öncesi’ usulca sokulup yorganın içine giriverdi, gözlerini açamadı ama ‘bir gün önce’ye de “Şöyle bir öteye gidiver” diyemedi.
Bir gün önce…
Öğle arası olmuştu, öğleden sonra programı yoğundu. Günün geri kalan derslerini açık bir zihinle ve dinç geçirmek istiyordu. Sert bir kahve içmeliydi. Kupasını aldı, sıcak suyla doldurdu, kahve koymaya başladı. Her zamanki gibi öğretmenler odasında bulunan televizyon açıktı, izlenen kanallar, kendisinin izlemeyi pek tercih etmeyeceği türden programlarla doluydu, bu nedenle televizyonun bulunduğu yere genellikle sırtı dönük olur, gürültüyü ise kafasında hoş bir melodiye çevirmeyi başararak alt ederdi. Yine öyle olacaktı, içinde yetmiş beş sığınmacının bulunduğu bir teknenin, İtalya açıklarında alabora olduğunu sırtını dönmüş olduğu televizyondan, adını bile bilmediği kanaldan duymasaydı…
Duydu ve dondu öylece.
“Hocam, kupaya değil, yere dökülüyor kahveler” diye bağıran bir ses, kulaklarında şiddetle patlayana kadar donmuş bir halde durdu. Bağıran, mültecilerden nefret eden, onlara “dünyanın aylakları” diyen matematikçiydi. “A, affedersiniz!” diyerek döndü geriye.
Matematik öğretmeni, “Benim açımdan affedilecek bir şey yok, kahvenize yazık oldu” diyordu ki odadaki diğer öğretmenlerden “Tuuh tuh! Vah vah, çok yazık, yazık çocuklar da var!” gibi sesler yükseldi.
Müzik öğretmeni “Ayy ayy! Bak bir tanesi can simidini tutmaya çalışıyor ama olmuyor, ayy ayy!” diyerek hafif müzikal bir çığlık atarken, bir insan sesinden çok, bozulmuş bir duygu makinesinin takırtıları gibi ses çıkarıyordu.
Bu seslerin içinde kıvranırken, kalın ve yüksek bir duvara toslamışçasına, “Can simidi derken, kantine şimdi taze simitler gelmiştir, hadi bana kantinden iki simit kap gel, çay getirme, burada vaaar!” diye nöbetçi öğrenciye seslenen matematikçinin sesine çarptı Rasen.
Matematikçi susmuyor, “Bu dalgalarda kalan o can simidini tutsa toplasa ne olacak, hocam, ne olacak, sıfır kalacak elde” diye odadakilere hitap ediyor, gittikçe yükseliyor, kendince tahtada ders anlatıyordu;
“Can simidi bu dalgalarla boğuşma esnasında işe yaramaz, toplama ve çıkarmadaki sıfır gibi etkisiz elemandır. İşte, hangi ülkeden olursa olsun, başka bir ülkeye kaçıp sığınan aylakların çoğunun sonu, bu gördükleriniz gibi dalgalarda telef olmaktır.”
İki taze, iki kıtır simidin bütün odayı kokutmasıyla sustu.
O iki simide can simitleriymişçesine sarılmak var şimdi!
Bir köşe bulup oturmak ve ona da can simidi vermişler midir, şimdi nerelerdedir, nasıl başladı yolculuğu, bu alabora olan teknede midir, değil midir diye düşünmek var şimdi!
Düşünmek bir işti, bir eylemdi Rasen için, düşünmek için mekân yaratmak, zaman ayırmak, ortam oluşturmak gerekiyordu. Öğle arası geçmeden, öğle sonrası dersleri başlamadan sigara içmek de iyi gelecekti. Kahvesini, çantasını aldı çıktı odadan, binadan, bahçeden, okuldan.
Park küçüktü, iki caddeyi kesen bir köşeye oturtulmuştu. Caddelerden biri tali ve sakindi, diğeri ise vızır vızır arabalarla, sesli ve kuralsız geçen motosikletlerle doluydu. Sakin caddeye bakan banklardan birine oturdu, yalnızlığını konuşmak istiyordu kendi kendiyle, kimseye anlatılamaz olan bir aşkın zor yolculuğundaydı. İçindeki fırtınaları, çöl sıcağını ve düşlerinde ıslandığı yağmurları konuşmak istiyordu kendiyle.
Kendi kendine konuşmalarla nereye varabilir ki insan?
Annesini anımsadı yine, “Kendi kendine konuşana deli derler” sözüne annesi tatlı tatlı kızar, “Yahu konuşacak ayarda ya da değerde insan yoksa yahut uzaktalarsa, her konuşmak istediğinde karşında bulamıyorsan sağlam birini, ne yapacaksın, tabii ki kendini karşına alıp, kendin anlatıp kendin dinleyeceksin” derdi.
Öyle bir dönemden geçiyordu ki hem cesareti hem de korkaklığı aynı anda kucaklıyordu. Sevdiği adama sarılıp, gerektiğinde kendi çevresinden bile onu gizleyip koruması ve ülkeden çıkışına kadar yanında olmasıyla beraber, bunu açık yüreklice dillendirememesi, anlatamaması, hayatında böyle bir şey yokmuşçasına davranıp işine gücüne devam etmesi neyle açıklanabilirdi? Korkaklıkla mı, cesaretle mi?
“İşte, bir biçimde bu ülke sessizlikle örülü. Suskun insanlar daha çok. Gürültü yapanlar baskın. Farklıyı dillendirenler sürgün ve doğrunun yaşamı hep tehdit altında. Gerçeklikse kayıp” diye düşündü.
Parkta sevdiği bir ağaç vardı, daha doğrusu ağaççık, hani şu peyzaj için yuvarlak biçimlendirilmiş, şemsiye görünümlü bodur ağaçlardan. O ağacın hemen dibindeki bankın boş olmasını diledi ve çok seviyor olmasına rağmen öğrencilerinin orada olmamalarını da geçirdi içinden. Geldi, oturdu, hızlıca yaktı sigarasını, bir an önce içip bitirmek istiyordu ve içerken düşünmemek. Sigarasını bitirene kadar öyle yaptı, havaya, toprağa, topraktaki karıncalara baktı. İzmariti, dönerken çöp kutusuna atmak üzere çantasından çıkardığı peçeteye sardı, banka, yanına bıraktı. Gözlerini kapadı, sevdiği adamı yolcu ettiği güne gitmek, o ayrılış anlarını bir daha hissetmek istiyordu. Ne siyasi, ne hukuki boyutu, ne de ağır insan hakları ihlalleriyle ilgiliydi şimdi. Şimdi sadece aşkın halleriyle ilgiliydi. Sevginin sıcak sarmalında yaşanan ve susulan, iç konuşmalar şeklinde işleyen, içinde gizli ikinci bir hayata dönüşen durumuyla ilgi halindeydi. Bu durumun sadece insani, günlük tarafını konuşmak istiyordu kendi kendisiyle şu anda.
Haberi hatırladı, içi titredi. Bundan sonra neler olup bitecekti, bir daha görüşebilecek miydi?
“Bu teknede değildir belki, belki onun bulunduğu tekne alabora olmaz ya da belki hiçbir teknede değildir, belki onu havayollarıyla ulaştırmışlardır” diye geçirdi içinden.
Peş peşe ve bir göz açıp kapama süresine sığdırırken bu düşünceleri, son ayrılık anında sevdiği adamın kendisine söylediği sözü hatırladı. “Seni seviyorum, hem de çok” diyerek ayrılmıştı ve Rasen ellerini göğsüne kavuşturarak yok saymıştı bu ayrılığı, ardından uzun uzun bakmadan. Ellerini göğsüne kavuşturdu şimdi yine, kendisini sararsa, ona sarılacak gibiydi.
Sarıldı, acı bir fren sesinin korkunç çığlıkla ellerini iki yana düşürmesine kadar, on bir – on iki yaşlarında bir çocuğun yerde yatışına, arabaların birbirine girişine, feryat figanın ortalığı dolduruşuna, nasıl toplandığını anlamadığı bir kalabalığın var oluşuna kadar.
Ambulansın acı sirenini duyana kadar.
Yerdeki simit tablasını, saçılan simitleri görene kadar.
Tabla, başını acıtmasın diye çocuğun, tablayla başının arasına yerleştirdiği simit biçimindeki kalın bez çeperi fark edene kadar. En çok da içini bu acıttı!
Bir adı var bu simit şeklindeki bez çeperin, hatırlamaya çalıştı.
“Siirt’ten göç ettirildiğinde ailem, daha dokuz yaşındaydım, köyümün fıstık ağaçlarının gölgesindeki oyunlardan kopartılıp bu koca şehirde simit satmak zorunda kalmıştım, on dört yaşına kadar da sattım. Simit tablasının dengede durması için ve daha çok kafamı acıtmaması, yara yapmaması için annem başıma yerleştirirdi” diye anlatmıştı sevdiği adam.
Birlikte, bir kış gecesinde hem aşkın hem sıcağın izini sürerken özgür bir dünyanın düşünü kurmuşlardı.
“Abiminki açık, benimki koyu yeşildi kire kör olsun diye ama yine de birkaç kez tablayı kafamdan düşürmüş, kirlenmesini engelleyememiştim” de demişti. Gülüşmüşlerdi.
Bir acıya tanıklık ederken, bir güzel anıyı anımsamak, insan olmanın belki de en garip hali!
Kalabalık dağılmış, çocuğu götürmüşler, tablasını ve simitlerle birlikte başından biraz uzağa fırlamış olan simit biçimindeki bez çeperi de yerden kaldırmışlardı. Her şey mi bir anda olmuş bitmişti, kendisine mi öyle gelmişti, bilemedi. Kalktı, izmariti sardığı peçete kâğıdını çöpe atmak üzere eline aldı, okula doğru yürümeye başladı.
Okulun bahçesinden girer girmez bir grup öğrencisi koşarak yanına geldi: “Hocam, kaza olmuş, Suriyeli bir çocuk diyorlar, simit satıyormuş, karşıdan karşıya geçerken araba çarpmış, siz gördünüz mü?”
“Gördüm” demek, daima yetersiz kalacaktı, bir çocuğun hayattan koparılışını anlatmaya; “Görmedim” demek asla tercih edeceği bir şey değildi.
“Çocuklar, zil çalmak üzere, hadi toparlanın!”