ÖYKÜ 

KARIŞIĞIN VE SAFIN ORANTISIZ BULUŞMASI

Bir Şule Teyze’miz var, öz teyze kadar severim, hep kendisine gitmemi ister, davet eder, bir türlü gelemem, geldim nihayet. Mutfakta kahveyi yaparken Şule Teyze, balkonda sigara içeyim dedim, “Bu yıl benim yeşil bağım kurudu” türküsünü söylüyor çevredeki evlerden bir erkek sesi. Neşeli bir tonla söylüyor hem de. Bakındım, sesin geldiği yöne, hani şu ses var görüntü yok durumlarını bilirsiniz, işte öyle bir durumdayım. Eğiliyorum, ha düştüm ha düşeceğim balkondan, havaya kaldırıyorum başımı boynumu ağrıtırcasına, ses çok yeri kaplıyor, geldiği yönü bulmak ne mümkün. Biraz sonra susturur komşulardan biri diye bekledim, yok, rahatsız olduğum için değil, bu ses dağılımına ve bu türküyle bu neşeyi bağdaştırmasına şaşırdığım için. Biraz sonra anladım ki bulunduğumuz yerde normalleştirme frekansı bir hayli güçlü, mahallede türkü söyleyen bu ses güçlü, bir tek o ses her yerde. Her yer aynı ve her şey olduğu gibi. Bir ben karmakarışık oluyorum bundan, belli ki yadsıyorum durumu: işitme gözüm, karanlıklar konuşuyor; görme kulağım, çığırtkan sesler geliyor; burnum tatma, asidik tatlar bunlar; koklama dilim, her şey kötü kokuyor! 

Mırıldanıyorum ben de bu sözleri ve cevapları çoktan seçmeli iki soru soruyorum kendime:

Bütün bu karmaşada nasıl hissediyorsun tenim? Altüst olmuş duyularımın elebaşı aklım neredesin?

Duyguların başıboş ve kaotik olduğu bir havadayız, alçak basınç geçişleri var. Balkon ayağımın altından kayıyor gibi, toplumsal akla sarılsam başım döner, üst akıl zaten bana göre değil, ortak akıl için koşturuyorum. Akılsız başımın cezasını yine ben çekiyorum.

Durup duruyorken, duruyorken durup öyle, karmaşa, yaygara, aldırmazlık nasıl da kol kola girmiş, üstüme üstüme geliyorlar. Medyayı tek yönlü sadece biz takip ederdik eskiden, şimdi kim kimi takip etmekte belli değil. Her an bir haber geçiyor pencerelerden. Her an bir haber.

Bir de bir saray var, bihaber gerçeklerden. Saraydan çok saraycılar kol geziyor ortalıkta.

Bir konvoy ki geçiyor caddeden, susuyor türkü söyleyen. Ben bu karmaşık halden çıkamıyorum.

Üç maymun biblosu var karşı komşu evin penceresinde. Maymunların iş yükü arttı oysa; görmezliğe, duymazlığa, konuşmazlığa bibloluk ederken bilmezlik, aymazlık, okumazlık, düşünmezlik heykelciklerine evrildikleri geçiyor kafamdan. Atalarımız geçiyor biyolojik olanından, atalarımızdan farklı olarak biçim mi içeriği kuşatır, içerik mi biçimi doldurur tartışmasında, tavuk mu yumurtadan doğar, yumurta mı tavuktan çıkar sorununun girdabında olan bizler, geriye evriliyoruz diye düşünüyorum. Boşluk var, her yerde olduğu gibi bu mahallede de.

Boşluk bu hiç boş durur mu?

Bu mahallede eskiden falcılar vardı, şimdi astrologlar var, astrologlar dolduruyor boşlukları; iş güç, gelecek öngörüsü onlara bırakılmış. Yağmur duasına çıkmış imamlar da ortaya çıkıyor arada sırada, hava durumunu, “Bugün havanız güzel olsun” türünden sunarlar artık.

Sahi, imamlar astrologlar hakkında, astrologlar imamlar hakkında ne düşünüyor acaba diye bir soru geçiyor içimden.

Peki, bilim insanlarına ne oldu, nesilleri mi tükendi sanat yapıcılarının, eser yaratıcılarının, felsefecilerin, sosyologların? Düşünce cezalarını koyduk bohçaya, bohçalarını verdik ellerine, kaçabilenler Avrupa sığınmacıları oldu, kalanlar da “Mapusane çeşmesi yandan akıyor” türküsünü söylemekte diyor uzaklardan süzülerek kafama kadar gelip taş gibi çarpan bir ses. Her karar anı bir şiddet anıdır diyor Derrida, ötekileştirmekte ve yargılamada çok kolay, anlamada zor karar veriyoruz biz, belki de bu nedenle hep şiddetteyiz. Psikologlar dizi dizi hayatımızdalar, herkes birbirine psikolojik vaka gözüyle bakıyor ve birbirine durmadan bir psikolog öneriyor. Çağın mesleği ise yapay zekâ satıcılığıymış ve ne olacak bu memleketin hali tartışmaları sürgit pazarında ki artık akşam pazarı da ucuz değil.

Şule Teyze yapmış güzelim kahveleri, bir tabağın içine de birkaç bisküvi koyuvermiş, getirdi.

Aklımda yarım yamalak kalmış olan bir reklam bilmecesini hatırlatıyor şu bisküviler. Kaç çocuk ”biskevit” derdi ve yerdi eskiden, şimdi özel olarak korunuyor çocuklar bisküviden, şekerden. Tabii, kuru ekmek yiyen çocuklar bu reklam bilmecesinin neresinde diye bir soru da uçuşuyor benden.

Bilmeceyi bir duruma uyarlıyorum:

Bir bilmecem var insanlar! “Haydi, sor sor” diyen yok ama. Arsızım ya, pattadanak giriyorum konuya, “Kanun değil hüküm verir, nağme değil karar söyler!” diyorum, bekliyorum, “Acaba nedir nedir?” diye cılız bir ses çıkıyor bu sefer.

Tamam, şimdi buldum” demelerini bekliyorum, çıt yok.

KHK’dır, KHK!” diye fısıldıyorum kulaklara ve çekiliyor muyum kenara, hayır.

Tersten oku sen de bulursun diye dikleniyorum. Bütün bunları, mahallenin en dar sokağına konuşlanmış evin dar balkonunda içimden yaşıyorum. Artık Şule Teyze geldi mutfaktan, karışık kafam düzelir, sadeleşir ve dinginleşir, bu konulardan uzaklaşır diye umut ederken kadın ortaya atmaz mı kayyım lafını. Kayyım lafını çok duymuşsunuzdur ve biliyorsunuzdur siz, ilk kez duymuş şu bizim saf Şule Teyze, emekliye bayram ikramiyesi sanıyor, “Bize de verirler mi?” diyor, “Pek sanmıyorum, ikramiye değil o” diyorum, “Ne ki o?” diye soruyor hemen, belli ki televizyonda çok vurgulamışlar bu ara.

Halkın seçtiğini devletlülerin biçme biçimidir” diyorum, “Sadece barış diyeni köy kalmadığı için artık var olan her türlü yerleşim biriminden kovma hikâyesidir” diyorum, “Atamayla seçilmişin üstüne bir abanma öyküsüdür” açıklamasını da ekliyorum, anlamıyor; pis pis gülüyorum.

Daye dünya xayine” yazılmıştı Şule Teyze’nin oturduğu mahalledeki bir duvara, hem bu ülkede var olan hem de yokmuş gibi davranılan bir dille.

Ben bu dilin varlığını üniversitede öğrendim mesela, geç öğrendiğim için ayıp benim ayıbım olsun hadi, okul kitaplarında ondan hiç bahsetmeyen, yokmuş gibi davranan devletin ve devletlülerin ayıbı olmasın!

Duvarlar var kafamın içinde, duvarlar; hem distopik hem ütopik!

Nereden bakarsan oradan göremezsin biçiminde duvarlar!

Duvarlar hem örülür hem yıkılır, hem distopik hem ütopik.

En çok yazılamalarını severdim duvarların.

Bir ütopya gibiydi yazılamalar özgür, âşık ve sınırsız. Gel ütopya gel, ara bul bizi, birlikte yazalım yeni öykümüzü, öykümüzde iyi insan, temiz toplum, barışık dünya olsun diyorum; ASPAVA da olsun diyor Şule Teyze. “O ne?” diyorum, şimdi o beni saf buluyor, pis pis gülüyor.

Seni gidi Şule Teyze, “Gülersen üstüme gülerim üstüne” diyorsun demek.

Hissettire hissettire, keyiften dört köşe bir halde söylüyor ASPAVA’nın anlamını. “Allah sağlık, para, aşk versin, âmin” demek olduğunu söylüyor.

Olmayacak duaya âmin denir mi diye soruyorum bir cakayla, kızdırıyorum onu.

Şimdi bana kızgın kızgın, içeride çökelekli sıkma hazırlıyor. Tabii ki biraz sonra gönlünü alacağım, kıyamaz bana o.

O, kimseye kıyamaz.

Temizlik hastasıdır, evi kirletirseniz o durum başka, o zaman en az üç gün sizinle konuşmaz.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar