EDEBİYAT 

İZLEYİŞ

Usulca yağarken yağmur, yanmaya başlayınca sokak lambaları, parıldayınca ışıklar ve henüz tam kararmamışken kapalı hava, apartmanın altındaki kafeye indi. Her zaman yaptığı gibi rengârenk lambaları, yansımaları izlemek için indi. Kafenin en geniş penceresinin önündeki koltuğun boş olduğunu görünce oturdu. Boş olmasaydı ne yapardı, kendisi de bilmiyordu. Şimdi istediği şeyi yine yapabilecek, caddeyi, hızlı akan trafiği, mağazalara girip çıkanları izleyecekti, dışarıyı izleyecekti. Dışarısı ona göre genç bir dünya, otuz iki yıl öncesinde, kırkikindi yağmurları yağarken, kendisine çok ışıklı görünen, büyüdüğü şehre göre hızlı akan, on yedi yaşın toyluğunda, küçük bir şehirden, okumak üzere gelişini hatırlatan, otobüse binerken son anda babasının, “Kızım, büyükşehir nedir, nasıldır, ben bilmem, bu nedenle sana ne diyeceğimi de bilmiyorum, artık en doğrusunu, en iyisini sen bilirsin” dediği, en doğrunun, en iyinin ne olacağını bilmezliğinin baskısı ve özgüvensizliği içinde, bir başına geldiği ve belki de bu yüzden ürktüğü Ankara gibi bir dünya…

Elli iki yaşında bir kadın, dışarının hızla akan genç dünyasını izlerken daha iyi anlar yaşını, hatıralarını.

Anladı o da.

On yedi yaşının tecrübesiz, heyecanlı, ürkek dünyasına uzanıyordu dışarı bakınca ve “İşte, bende kalan Ankara tam da bu” diye düşünüyordu. Çokça korku, biraz heyecan ve hızla akan bir dünya geçiyordu içinden. İçindeki on yedi yaşının Ankara’sı, elli iki yaşının dışındaki Adana’sıyla örtüşüyordu adeta. Bu nedenle yağmur yağıyorken usul usul, bu kafede oturup dışarıyı izliyorken, buluşsun istiyordu, tıpkı camın iç tarafında oturmakta olanların cama yansıyan görüntüsüyle, camın hemen dışında, dış tarafta oturanların görüntüsünün aynı masada oturuyormuşçasına birleştikleri gibi, şu masada birleşsin buluşsun, bir arada otursun istiyordu on yedi yaşının Ankara’sıyla, elli iki yaşının Adana’sı.

Aklıyla kalbi birleşsin istiyordu.

İnsan hayatında bu birleşme kaç sefer görülür ki?

Kahve,” dedi garsona bir el işaretiyle, “Aynısından değil mi efendim?” diye sorunca garson, başıyla “Evet,” dedi, camda kendini fark etmişti, “Fularımın ucu kalkmış, düzeltmeliyim” diye düşündü. Düzeltti. Camın altın sarısı pervazındaki daha önce gördüğü iki küçük mavi noktayı arandı sonra, her zamanki yerlerinde olmalarını diledi. Ankara’da bir gün arkadaşlarıyla gittiği pastanenin ahşap pervazlarına konan, saatlerce izlediği ve onları izlemek için birkaç poğaça yediği ve iki limonata içtiği, arkadaşlarına da daha oturabilsinler diye kahve ısmarladığı, öğrencilik bütçesini zorlasa da ve arkadaşları arasında tatlı bir alay konusu olsa da onları izlemenin, o anda her şeye değdiğini düşündüğü iki mavi kelebek gibiydi bu noktalar. Sonunda biri uçmuştu, diğeri ölmüştü kelebeklerin. Noktalarsa, burada aynı yerde…

Kahvesinden bir yudum aldı, sıcacık ve yumuşak bir tadı var, içi ılındı her yudumda. Fincanı tabağa bırakmadan, biraz daha yukarı kaldırıp hafifçe yanağında tuttu, içini ılıştıran sıcaklığı yaymak adına yaptı bunu ve kafenin penceresinden yan camı kafeye bakan eczaneye yönlendirdi gözlerini, içi ılımış bir haldeydi, kahve fincanını yanağında unuttu. Cam üzerine çizilmiş kırmızı kalp ve elektrokardiyografi simgesine baktı bir kez daha. Eczanenin kafeye bakan tarafında kozmetik ürünler dizili, almış olduğu kremi indirip aynı markanın gözaltı için olanını sormalı diye düşündü, gözaltlarını daha iyi görebilmek için cama doğru eğildi, fincan yanağındaydı.

Cam ayna gibi değil, çizgileri göstermiyor.

İnsana kendisini gösteren ayna mı, insanın dışarıyı görmesini sağlayan cam mı daha gerçekçiydi?

Cama bakarak mimik yapma muzipliği geldi aklına, göz ucuyla yan masaya baktı, beni mimik yaparken görürlerse ne düşünürler acaba diye geçirdi içinden? Vazgeçti, fincanı tabağına bıraktı. Camdaki eczane yazısını görmeyi yeğledi, otuz iki yıl önce Ankara’da okurken, ilaçlarını aldığı, öğrencilere ihtiyaç dâhilinde, kurum raporu bile beklemeden, reçeteyi yeterli bularak ilaç veren ve öğrenciden hiç para almayan eczaneye gitmek için yeğledi. Bir yol, bir uçan halı, bir ışınlanma kabini gibi kullandı camdaki ışıklı eczane yazısını ve izlemeye başladı.

Bedir’le orada karşılaşmıştı ilk kez, o ilaç kokuları arasında ve düz beyaz ışığın altında. Eskiden eczaneler ilaç kokardı ve beyaz bir ışık hâkimdi, şimdi parfüm kokularına yakın kokular hâkim ve şık ışıklar var. Eczacıya bir dergi uzatıyorken, diğer dergileri yere düşürmüştü Bedir. İlaçlarının hazırlanmasını beklerken düşen dergilerden birkaçını yakalayıvermişti kendisi de işte. “Emeğin” diye başlayan bir cümleyi gördü, bir yandan cümleyi okuyor bir yandan dergileri uzatıyordu ki, “Biri sizde kalabilir okumak isterseniz” dedi Bedir, hâlâ kendisinde durur. İki yıl arkadaş olmuşlardı, sevmişlerdi birbirlerini, öğrenciliğin en güzel hallerini paylaşmışlardı, bildiri dağıtmaktan piyes yazmaya, pilavı yakmaktan makarnayı sündüre sündüre yemeye kadar en güzel halleri, tabii bir de kitapları. Hızlı akan bir Ankara gününde, kırkikindi yağmurlarından sekizincisinin düşeceği bir Ankara gününde, Bedir’in gözaltına alındığı haberi gelene kadar paylaşmışlardı. Bu haberden sonra, hep aynı haberde kaybolup uçan kelebek oldu Bedir. Gözaltında kaybedilen kelebeklerden oldu ve bir daha Bedir’den haber alamadan mezun olup ayrıldı Ankara’dan.

Kahvesi bitmişti, canı bir şeyler daha içmek istemiyor aslında ve fakat dışarıyı izlemek üzere oturmaya devam edebilmesi için nezaket gereği bir şeyler daha yiyip içmesi gerekmez miydi? Gençlik yıllarından kalan bir nezaket biçimiyle böyle düşünüyordu, “Bir şeyler yiyip içmeyecekseniz, pastanede, lokantada bir yeri fazla işgal etmemelisiniz” diye yazılı olmayan bir kural işlerdi eskiden, en azından kendisine öyle öğretmişlerdi, öyle biliyordu. Oysa yeni konsept dedikleri, sadece bir şey içilerek saatlerce oturulup internetinden yararlanılan kafelerdendi burası ve eski nezaketler yoktu artık, kurallar değişmişti, bunu da biliyordu, yine de yeni bir tutuma uymak, kendi zamanında geçerli olan görgü kurallarını bir kenara bırakmak zor geldi ve kafenin kahverengi bordo üniforması içinde gezinen genç garsonuna eliyle işaret verdi, gülümsedi de, genç garson kendisine gülümsemediği halde. Her zamankinden olduğunu biliyordu garson, alışmaya bağlı duyarsızlaşma olabilirdi garsonun kendisine gülümsemeyişinin altında yatan neden. İki yıldır kafeye inmeyi seçtiği her yağmurda, her zaman, önce kahvesini içiyor, ardından salebini yudumluyor ve ince dilim cevizli keki ağır ağır yiyordu, sadece yaz yağmuru olduğunda salep yerine limonata oluyordu bu ve altı ay içinde kendisinin kafeye indiği sekiz yağmurda da bu garson servis yapıyordu.

Sipariş vermeyi tamamlar tamamlamaz, gözlerini sola doğru kaydırıp kafenin bahçesinde gezdirerek görebildiği kadar alanı taradı. İki genç adam bir cep telefonuna bakıp hararetli ve birbirlerini ikna edici bir biçimde konuşuyorlardı. Üzerine konuştukları telefon, yeni çıkmış son modellerden olmalı diye düşündü. “Yeni model hızı!” Bu söz geçti aklından hızla. Ne kadar ürkütücü! Öğrenme, bilme, vakıf olma duygusunu ortadan kaldırıyor, bunların yerine hep bir şeylerin peşinden koşmayı, hep bir şeylerin eksik olduğu duygusunu oturtuyor. Genç adamların oturduğu masanın hemen yanındaki masaya, şemsiyesini bir çırpıda kapatarak oturan, kıvırcık saçlı genç kızın oturma ve sigara yakma hızı da bir o kadar ürkütücü diye düşündü. Neredeyse daha oturmadan kalkacağını, sonu gelmeyen bir acelesi olduğunu varsaydı ve kendisinin de hep bir telaş içinde olması gerekliymiş gibi sıkıştıran bir hava sardı ortalığı. Bunaldı. Hıza, aceleye, telaş duygusuna karşın, kafenin hemen önünde duran, yıllarca duran ve baharda güzel kokular saçan, kışın bol bol ürün veren turunç ağaçlarının yılları bulan sakinliğine sığınmak istedi, bu sığınma ona en dinlendirici, en sakinleştirici, en müthiş şeymiş gibi göründü.

Sağa doğru çevirerek başını, karşı sağdaki restoran tarafına baktı. Restoranın bıyık resimli tentesi altında yağmurun durmasını bekleyen iki erkek, dört öğrenci ve üç kadını izlemeye başladı. Bekliyorlardı. Kadınlar sakin sabırlı, erkekler sert hareketlerle ayaklarını oynatarak, öğrenciler ise neşeyle, eğlenerek. Belli ki gürültüleri de var öğrencilerin ama kafeye değin ulaşmıyor. Tente üzerindeki bıyık resmine odaklandı. Ankara’da otuz iki yıl önce gördüğü sempatik, göbekli aşçı maketinin bıyıklarına benzemiyor bu bıyıklar, daha sert ve şiddeti çağrıştıran bir hava içinde, öyle ki hemen altına tebessüm eden bir dudağı konduramıyordu bir türlü.

Sınırlarını zorlayıp daha fazla ne görebilirim diye iyice sağa kaydırınca gözlerini bir butiğin çok küçük bir bölümünü ve sahibi olan şık kadının yorgun hareketlerle eğilip kalkışını gördü. Yorgun hissetti kendini birden, gözlerini içeri geri almalıydı artık. Kekten bir lokma alsam diye geçirdi içinden. Keke çevirdi gözlerini, bir lokma için çatal bıçağın yardımına başvurdu, tam lokmayı ağzına götürdü ki bir şey dikkatini çekti, camın dışında bir hareketlilik vardı. İki adam vardı, orada bir şeyler yapıyorlardı, yılbaşı yakın, yirmi gün sonra yeni bir yılın başı olduğu için olsa gerek, süsleme yapıyorlardı kendilerince. Turunç ağacının gövdesini led ışıklı kablolarla sarıyorlardı. Turunç ağacına doğru hızla koşup, “Yapmayın! Bırakın! Onlar kendi turuncu ışıklarıyla güzel” demek istedi, bunu bütün kalbiyle demek istedi, bunu bütün akıllara demek istedi ve bu pek mümkünmüş gibi görünmedi. Kendi iç hızını bir göbek bağı keser gibi kendisi kesti. Turunç ağacının ışığı, kendi içine çekildi, kayboldu, ağaç, gri mavi, tuhaf bir ışığa büründü, bir gösteri için hüzün kostümü giyinmiş gibi oldu. Kim ya da kimler karar veriyordu bu süsleme işine?

Bir lokma kek ağzında büyümüştü. İzlemesiyle yutkunması iç içe geçti, turunç ağacı “turunç ağacı” gibi durmuyordu artık.

Ağacın üzerinden aldığı gözlerini, eczanenin hemen bitişiğindeki oyuncakçı dükkânına bıraktı. Oyuncakçı, dükkânının camına bir oyuncak karakterin resmini çizdirip birkaç haftada bir değiştiriyordu ve bu hız uyuyordu ona. İki hafta bir şeyi izleyip kavramaya en azından hissetmeye yeter diyordu kendi kendine. Şu güne kadar Sindirella, Çizmeli Kedi, Pinokyo’yu tanıyabilmişti çizilen resimler arasında bir de Teletabileri. Masallardan olmasa da Teletabileri, çok sevdiği yeğeninin küçükken izlediği, kendisine de izlettirdiği çizgi filmler arasında yer aldığı için biliyordu, yeğeniyle geçirdiği anlar geldi aklına, içi aydınlandı, içi gülümsedi.

Bu akşamüstü, yağmur usul usul yağarken, ışıklar oynaşırken, yansımalar parıldarken caddede, çizili yeni resmi daha iyi görmek için oyuncakçının camına hafifçe boynunu uzattı, gözleri zaten oradaydı, gözlerinin işini kolaylaştırdı. Kelebek resmi çizili, daha doğrusu oyuncak bir kelebeğin resmi çiziliydi. Gördü.

Can’ın gözleri gibi, kocaman gözleri vardı bu çizgi oyuncak kelebeğin. Çok sevmişlerdi birbirlerini yedi yıl süren evliliklerinde; birlikte olmanın, aşkın, düşük yaptığı çocuklarının geride bıraktığı hislerin ve bir daha çocuklarının olmayacak olduğunu öğrenişlerinin bütün hallerini paylaştılar Can’la. Kitapları da… Öğrencilerini çok seven ve on yıllık öğretmenliği boyunca onlar hatırına, en soğuk memleketlere sürgüne gitmekten gocunmayan, “O dağ köyü senin, bu mezra benim, bu yayla bizim” diyerek bir kaplumbağa gibi yuvasını sırtında taşıyan, sıcağa da soğuğa da aynı gün içinde maruz kalan, aynı saatler içinde bir terlemekle bir üşümekle ölen kelebek oldu Can. Sürgünlerde yorulmaktan canını veren kelebeklerden oldu.

Renkli çizgilerden oluşmuş oyuncak kelebeğin resmi karşısında, bu kez bir an ne yapacağını şaşırdı, eli ayağı titredi, “O gün, bugün mü acaba?” diye geçirdi içinden: “Gerçek ve suret olanın, farklı yerlerin ve farklı zamanların ruhunun, ayrı düşüşlerin, kaybedişlerin, tüm bunlardan ötürü bunlara dair hayatında yıllardır süren içkin bir izleyişin varlığının sonuç vereceği gün mü?” “O çok istediği, oyuncak ve gerçek varlığın, on yedinci yaşının Ankara’sı ile elli iki yaşının Adana’sının, Bedir’in ve Can’ın, camın içi ve dışının aynı masaya gelip, bir arada oturacağı gün mü?” “Farklı hissedişlerde, farklı düşüncelerde, ayrı zamanlarda ve farklı coğrafyalardaki yerlerini bırakıp masasında bir araya gelecekleri gün mü?” “İzleyişin son bulacağı gün mü?

Kafede bütün masalar dolmuştu, ayakta bekleyenler vardı, ne zaman kalkacak saatlerce oturan bu kadın diye hakkında düşündüklerine dair bir hisse kapıldı, kendisine kalkmasını vurgulamak ister gibi bakıyormuşçasına, gerçekte öyle bir durum olmadığı halde, bu his derinlik kazandı içinde, yine de biraz daha öyle izlemeye devam etti. Bir süre daha izledi oyuncakçı dükkânının camına çizili oyuncak kelebeğin resmini. Onlara, boş masa için ayakta bekliyor olduklarını düşündüklerine, biraz daha izlesem olmaz mı, birleşmezler mi bu masada diye soruyordu bu arada. İçinden.

İçinden sorduğun soruyu dışından kim yanıtlar ki?

En iyisi hesabı ödeyip kalkmak” dedi. Gözlerini oyuncakçı dükkânının camına çizili oyuncak kelebeğin resminden isteyerek mi, istemeden mi aldı? Bu belirsizleşti aynı anda. Önemsizleşti de. Belirli ve önemli olan gelişti, kendini gösterdi. Zorlamamak gerek! Belirli ve önemli olan şeyin, zorlamamak olduğunu anlıyordu şimdi. Her yanına bir ince sızı gibi yayılan bir kabullenişle anlıyordu.

Aklı ve kalbi birleşiyordu, aklı ve kalbi birlikte eşgüdümlü işliyordu.

Farklı hissedişleri, farklı aşkları, ayrı zamanları ve değişik coğrafyaları yerli yerinde bırakmak gerektiği fikri süzülüyordu hücrelerine, zaten, farklı hissedişlerinden, farklı aşklarından, ayrı zamanlarından ve bulunmuş olduğu değişik coğrafyalarından, yeni bir yerleşke istese bile bunu yapmıyorlardı, yaşamında edinmiş oldukları yerlerini değiştirmesine izin vermiyorlar, nerede, nasıl duracaklarına kendileri karar veriyorlardı ve ona ancak ve ancak izleyişe son verip vermeme, dışarıya doğru, yeni olana doğru yürüyüp yürümeme kararını bırakıyorlardı, bir de hesabı, hem de her seferinde…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar