EDEBİYAT YAŞAM 

GÜN DÖKÜMÜ

Sabah saat çok erken, gün dökmedi yüzünü şehre, ben dayadım yüzümü cama. Yolları izleyesim tuttu, yollar sert ve ortalık alacakaranlık. Yaşamın ilk gölge oyunları düşmeye başladı yollara, yanan sönen lambalarla ışıkların oyunu düşmeye başladı. Yıllar öncesinde gece vardiyasından bu saatlerde evine dönen Hikmet Amca’nın hayali zihnime düşmeye başladı. Gece vardiyasında çalıştığı içindir ki gündüz, sessiz olmamız gerektiğiyle uyarılırdık biz çocuklar. Bugün anladığım ve fakat anlıyor olmamın geçmişteki hissedişin izini silmeye yetmediği, bir işe yaramadığı sebeple, susturuluyor olma sebebiyle, hep ürkerdim, hep bir tarafım uzak kalırdı Hikmet Amca’ya, bir tarafım da merak ederdi. Gizli bir ilgiyle izlerdim onu, babamın ve bildiğim diğer babaların, amcaların aksine sabaha karşı eve dönüyor olmasından başka pek bir farkı olmadığını şimdi biliyor olsam da, sabahın alacakaranlığında eve döndüğünü bir gün camdan aniden gördüğüm adam, karanlıkların içinden çıkıp gelen bir yaratık gibi görünmüştü gözüme ve ben henüz sekizine yeni girmiş bir kız çocuğuydum.

Gün dökmeye başladı yüzünü şehre, yollar yine sert ve ortalık alacakaranlık değil artık. Ben yüzümü çektim camdan, sabahın nemi ince ince işledi yüzüme. Şehri şehir yapmak için, betonu şehir sananlar akımından olanların imar-iskân gibi işleri gerçekleştirirken ağaçlara önce bir bir kıyıp, sonra çok çok kıyıp kestikten, ortalık ağaçsız kalarak beton şehir kurulduktan sonra, çok şey değişti buralarda; özellikle kuşlar için!

Şimdi, onları izliyorum, sabahın ayazından beton binaların balkon serpintiliklerine sığınışlarını ve mülteci kuşlar olarak, balkondan balkona uçuşlarını izliyorum, ötüşlerini dinliyorum. Bir arkadaşımın sekiz yaşındaki kızı, kuşları ağaçların üstünde çizmek yerine binaların uzantılarında, klima dış ünitesi üstlerinde resmediyor.

Ne zaman çok erken uyansam ve pencereden yola baksam, fırın bacasından tüten dumanı izleyişim, o dumanla düşbaz oluşum düşer aklıma. Bir sağa bir sola salınan, rüzgâr nereden eserse, rüzgârla aynı yöne kıvrılan ve dağıla dağıla yükselen dumana tutunur, ben de yükselirdim gökyüzüne ve oradan izlerdim şehri, ağaçları da olan, tek katlı evleri çok olan şehri. İzler ve bambaşka bir hayat düşlerdim, ağaçlar için, kuşlar için, insanlar için, kendim için. Baz istasyonunun tepesinde yanıp sönen kırmızı ışığı izliyorum şimdi, bulunduğum kat çok yüksek, kırmızı ışığı tutabilecekmişim gibi geliyor. Tutar tutmaz da karanlık, dipsiz bir metalik kuyuya dümdüz düşecekmişim hissine kapılıyorum. Nasıl bir hayat düşleyeceğimi bilemiyorum artık ağaçlar için, kuşlar için, insanlar için, kendim için. Pencere kenarına koyduğum kaktüsüm var, saksısı boş gözlerle bakan bir insan kafası biçiminde. Kaktüsüm, radyasyonu emiyor benim için.

Öğle saat çok orta, gün kendi yarısı içinde durmakta. Dışarıda yolları sert, binaları yüksek bir şehir var. Benim şehrim kendi içimde, ben bir küçük oda içindeyim. Dışarıya bakınca ne karanlığın içinden (gece vardiyasından) gelip beni ürküten Hikmet Amca’yı görebiliyorum ne de beni alıp götüren fırın bacası dumanıyla gezebiliyorum.

Çok yüksekten bakınca ayrıntısı görülmeyen, sabit duran bir manzara serili duruyor aşağıda, donmuş, detaylarını, renklerini, hareket sıcaklığını yitirmiş, eskiz bir manzara. Böyle bir manzaraya ne kadar süre bakabilir insan ve nasıl düşler kurabilir onun üstüne? Bulunduğumuz binalardan dışarıya bakmak, dışarıyı izlemek çok kısa sürüyor artık. Şehrini kendi içine kurmaktan ve küçük bir odaya sığınmaktan başka bir şey kalmıyor elde.

Düşlerimden, düşlediğimden ayrı bir hayata sığınıyorum. Kitaplara, fotoğraflara, müziğe ve aşka her zamankinden daha sığınmacıyım. Dar odamı raflar dolusu kitaplar genişletiyor, kocaman bir hana çeviriyor. İçinden taşan fotoğraflarla annemin albümünden yüzlerce göz bana bakıyor. Babamdan kalan yandan çevirmeli FACIT marka hesap makinesi, güneş almayan odamı, babamın emektar ve güleç yüzüyle parlatıyor ve ben iç şehrimde her gün bir başka dökümle hayat sürüyorum.

Gözlerimi kapadım, bir totem yapar gibi rafların birinden bir kitap, albümden bir fotoğraf seçtim, hesap makinesinden iki tuşa dokundum.

Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ kitabı, dayımla yengemin 1960’lardan kalma Göksel Arsoy – Belgin Doruk pozlu siyah beyaz fotoğrafı ve tuşlardan ‘sıfır’ ve ‘çarpı’ kaldı. Elimden kayan hayat, aşkın özü ve yutan zaman kaldı.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar