POLİTİKA 

GİDİŞAT

Güzel ilişkiler, anlaşmak, farklılıklara saygı duymak, değerlerdeki ortaklıkları seçmek, barışçıl düzen kurmak zorlaştırılıyor, çirkin ilişkilerle farklılıklardan kötülükmüş gibi bahsederek, değerlerde var olan ortaklıkları görmezden gelerek, barış yerine savaşı seçerek zorlaştırılıyor. Çirkin ilişkiler seçiliyor daha çok, daha çok anlaşmazlıklara odaklanılıyor, farklı olmaya bırakın saygı duymayı, farklı olan zombileştiriliyor. İyi değerlerde ortaklaşma, görmezden geliniyor, düzenin barışçıl olanı değil savaşçıl olanı tercih ediliyor ve her geçen yıl dünyanın herkes için yaşanılası güzel bir yer olması imkânsızlaşıyor.

Savaşı seçmek, illaki eline silah alıp cepheye gitmek, askerleşmek, militanlaşmaktan geçmiyor, bulunduğumuz yerde olmaktan da geçiyor. Bencil düşüncelerimizden, empati yapamayan halimizden, kör duygularımızdan, kör inançlarımızdan, sanıyor olduklarımızdan, yargılarımızdan, korkularımızdan, yersiz özgüvenimizden, güçlüyü arkaya alınca gelen cesaretimizden ve hadsizliklerimizden de geçiyor.

Ağır oldu, değil mi? Olsun!

Hiçbir şey, savaşta (ve tabii ki herhangi bir yerde) bir çocuğun ölmesinden daha ağır değildir. Hiçbir şey bir annenin yavrusu öldürülmesin veya hedef gösterileni öldürüp de katil olmasın diye, onu savaş alanından uzaklaştırıp hasretine mahkûm olarak ve belki de bir daha hiç göremeyecek olduğunu düşünerek yaşamasından daha ağır değildir. Genç kızları incinmesin, incitilmesin diye büyük zorluklara katlanıp onları başka bir ülke belirsizliğine göndermek zorunda kalmaktan da ağır değildir.

Ağır mıdır?

Gidilen ülkede içinde ırkçılık katmanları olanların düzey düzey, çeşit çeşit acı dillerine kulak tıkamak zorunda kalmak vardır, bu da ağırdır.

Suriye durumuna yönelik yeni bir dönem başlıyor. Peki, bu yeni dönemde gidişat ne olacak?

Şimdiki durum eskisinden daha mı güvenli, pek öyle görünmüyor. Baas rejiminin son bulması elbette özgürlüğü gölgeleyen bir ayıbın sona ermesi olarak değerli ve fakat bundan sonrasında gerçek özgürlükler, gerçekten özgürlükler olacak mıdır, akan kan kesinlikle duracak mıdır, istisnasız her kişinin can güvenliği sağlanacak mıdır? Ne olacaktır? Suriye meselesiyle ilgili yüzlerce yorum, değerlendirme ve açıklamaya maruz kalıyoruz her gün ve her gün onlarca, nasıl olmuşsa olmuş uzman olmuşların görüşlerini dinliyoruz, kendi payıma bu konuda çok seçiciyim, değerleri ve dünya görüşü, insana yaklaşımı da ilgilendiriyor beni bu meseleler üzerine konuşacak olanın. Öyle her ağzını açanı, televizyon programlarında boy göstereni dinleyemem.

Yazmayacaktım aslında, yarım kalmış bir öyküm henüz tamamlanmayı bekliyorken gidişat üzerine bir düşünce yazısı yazmayacaktım ama yeni yıla girmeden, bir aciliyet hissiyle ve gelen yılın giden yılı aratacağı korkusuyla yazmadan duramadım. Zaman daralıyor duygusuna kapılmış durumdayım bir süredir.

Bu yazının konusu jeopolitika, ekonomi-politika, savaş veya yeni bir dönemin stratejik analizi değil. Yani HTŞ nasıl bir örgüt, Amerika ne yapacak, İsrail’in tutumu ne, Rusya nasıl tavır alacak, BM’in stratejisi ne olacak, NATO nasıl konuşlanacak, Türkiye kendini nasıl konumlandıracak diye pek çok soru var olsa da esas soru benim için, 2024 biterken ve 2025’e girerken ‘insan’ adına gidişat ne olacak sorusu. Bir yılbaşı atmosferi belki de beni bu soruyu sormaya itti ya da eskiden çok sevdiğim simli kartpostalların zihnimde kalan sevgi ve huzur dolu izi itti.

Soruyorum kendime ve herkese:

21’inci yüzyılın ilk çeyreğinin son yılına vardığımız bu zaman diliminde, insan adına gidişat ne olacak?

İnsan adına diyorum; çünkü gidişat hep ya da daha çok, uluslar, uluslara bağlı kültürler üzerinden ve ekonomi politik çerçevede irdelenilip tartışılıyor. İnsanın ontolojik yönü çok az ele alınıyor. İnsanın, insan olarak bizatihi varlığı artık hiçbir yerde öncelenmiyor. Oysa insanın kendine has ontolojik özelliklerine dikkat çekme, insanın insan olmaktan kaynaklı özelliklerine ilgi gösterme hak ettiği yeri bulursa insanlararası barışçıl tutum da o denli hak ettiği yeri bulacaktır.

Kültür-antropolojisinin vardığı sonuçlar, insanın varlık yapısını, insan olmanın temel koşullarını değil, ancak ulusların özelliklerini ortaya koyabilir. Hâlbuki ulusların özellikleri ile insanın varlık yapısı arasında bir fark vardır. Gerçi ulusların özelliklerinden şüphe edilemez; fakat bu, felsefi antropolojinin araştırma alanı değildir, onun üzerinde durduğu varlık – alanı, insana has olan fenomenlerdir.” (Mengüşoğlu Takiyettin, İnsan Felsefesi, Remzi Kitabevi, 2. Baskı, sf.29)

Bu bağlamda felsefi antropoloji çok değerli bir alan ve eğitime daha çok katılması, yaşamımızda daha çok yer alması gerekiyor. Takiyettin Mengüşoğlu’nun söylediği gibi “Onun (felsefi antropolojinin) varlık-alanı insana has olan fenomenlerdir” desem ve insana has olan fenomenlerin ne olduğunu çalışmak, bu konudaki çalışmalara kapsamlı bakmak, gidişatı anlamak ve kötü gidişata dur demek için önemlidir diye eklesem, ekonomi politik çalışmak kadar, ekonomik stratejik analizler yapmak kadar ilgi görür mü bilmem ve fakat denemeye değer olduğunu bilirim. Pek çok konuya ‘insan’ üzerinden, insana ilişik olarak bakabilmek için de, Suriye konusuna ‘insan’ üzerinden, insana ilişik olarak bakabilmek için de çok değerli.

Mülteci konusuna, mülteciye yaklaşımlar üzerinden bakmayı önemsiyorum; çünkü mültecilik de bir insan sorunu, mülteciye yaklaşım da. Çok yakın tarihli ve çok yakınımızda olduğu içindir ki ve hatta kısmen içinde olduğumuz içindir ki kimseye yabancı gelmeyecek bir konu Suriye konusu aynı zamanda.

Çocuklar bile biliyor desem yeridir.

Suriyeli mültecilerin mülteci olma durumlarına Suriyeli olmaları açısından mı, insan olmaları açısından mı bakmak daha yapıcı?” diye bir soru sorsam, çocukların yapıcılığına şapka çıkarmak durumunda kalırız.

Çocuklar kimliğe, kültüre, dile bakmadan ve birbirlerini onlardan çıkmaya zorlamadan ne güzel oyunlar kurarlar birlikte, ne yapıcı ve ne sevgi dolu oyunlar olur bunlar.

Hani yukarıda savaşı seçmek, illaki eline silahı alıp cepheye gitmekten geçmiyor demiştim, oturduğumuz yerde de savaşı seçip savaşa katılabiliriz ya da barış nasıl olura kafa yorabiliriz, şimdi tam da bu noktada bir soru daha geliyor aklıma:

Ülkemde Suriyeli mülteci (sığınmacı) istemiyorum diyen biri, Suriye’de bir çocuğu, bir kadını, bir genci ya da savaştan tamamen uzak durmayı seçen, alın teriyle yaşamış bir erkeği diyelim ki ölüme göndermeyi seçtiğinin ne kadar farkındadır?

Bir başka soru daha:

Henüz her şey belirsizken, can güvenliği, sağlık koşulları, barınma, beslenme şartları ve daha pek çok durum belirsizken ve içinde pek çok tehlike barındırırken Suriye koşulları, hemen gitsinler, bir daha geri dönmesinler diyen biri ne kadar insandır?

Şimdi bu soruları sorarken benim bir safdillikle, savaşın, savaş sonucu mülteci politikalarının ve ülkedeki uygulamaların da etkisiyle, sorunların hem de büyük sorunların varlığını görmediğimi düşünmezsiniz umarım. Görüyorum tabii ben de sorunları; ama bunun sorumlusunun bizatihi mültecinin kendisinin olmadığını ya da tek başına sadece kendisinin olmadığını da görüyorum. İnsan felsefesi açısından bakmam öncelikle bana bunu gösteriyor. Her kimliğin, her kültürün, her dilin dünya zenginliği olduğunu düşünüyorum ve böyle düşünenlerle daima birlikte yürümek istiyorum. “Mülteci gitsin” diyen herhangi bir kimsenin kendi kimliğinden başka bir kimliğe, kendi kültüründen başka bir kültüre ya da dile değer verme durumunun ne olduğunu düşünüyorum. Ekonomi politik olarak dünyada bir güç alanı teşkil etmiş dillere yaklaşım durumu var bir de, “Ülkemde mülteci istemiyorum” diyenlerin bu konudaki durumlarını da düşünüyorum. İçinde pragmatizm barındıran bir dil öğrenme durumu çok yaygın. Herkes çocuğum oyun oynamadan önce İngilizce öğrensin diyor mesela, 0-6 yaş aralığında bir çocuğa – ki çocuğu yoran biçimlerine dahi tanık oluyoruz – ısrarla İngilizce öğretiliyor. Yıpratıcı ve yorucu olmadan çocuğum Shakespeare’i Shakespeare’in anadilinden okusun, onun insana dair felsefesini çok iyi anlasın demek içinse ne güzel! Buradan bir başka dil öğretilmesine, öğrenilmesine karşı olduğum gibi anlamsız bir sonuç çıkmaz umarım ve fakat bir dili öğrenme nedenleri de gidişatı etkileyen faktörler arasındadır, dediğim anlaşılsın isterim.

Bu nedenler üzerinde de durulmalı diye düşünüyorum, belki bir başka yazıya.

Şimdi kendime, yılbaşı armağanı olarak bazı kitapları yeniden okumayı veriyorum; biliyorum ki zamana damga vurmuş bir kitabı, yeni bir bilinçle ve eski duygusallıkla okumanın tadı bir başka.

Takiyettin Mengüşoğlu’nun ‘İnsan Felsefesi’ kitabını okuyorum yeniden.

Gidişata bu okumadan sonra bakmak, insana dair olanı yeni baştan anlamak için.

21’inci yüzyılın son çeyreğinin son yılına girerken bütün kötülüklere rağmen dünyadan gelip geçen ‘insanı’ görmek için…

Marx’ın dediği gibi “insandaki iyiyi açığa çıkarmanın” şartlarını inşa eden bir dünyanın derdine düşmek için.

2025 yılında barış kucaklasın dünyayı, sevgi sarsın, aşk döndürsün, gidişat öyle olsun!

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar