DOĞUM GÜNÜ
-ADANA-
Bu gece yine, tekrarın güven dolu döngüsünü kırmayacak, aynı rutine hapsolacaktı. Deftere, bir kelimeden ibaret olan aynı notu yaşı kadar düşecekti. Annesinin çeyizinden kalan, ince, mavimsi kadehi konsoldan çıkardı, yine onunla içecekti. Onunla içmek iyi gelir, belki mutlu bile olurdu. Rakısını doldurdu. Kırkıncı yaşına girecekti, yeni yaşı kutlu olsundu!
Kutsal bir varlıkmış gibi havada tuttu defteri, kıvrak bir şekilde dans etmeye başladı sonra, sonra indirdi, yeni bir sayfa açtı ve yeni sayfaya aynı şeyi yazdı:
“Sustum.”
Yeni sayfa açık olduğu halde tekrar havaya kaldırdı. Bir yandan defteri havada tutarak dans ediyor, bir yandan annesinden kalan kadehle rakısını içiyordu.
Döndü, döndü, döndü! Sendeledi. Annesinden kalan ince mavimsi kadeh hızla fırladı elinden, hızla ve mavi ışıltılar saçarak. Defteri de kendisi fırlattı karşı duvara.
Mavimsi ışıltılara dönüşen cam kırıklarına baktı, çok güzel buldu onları ve bu kadar güzel olmakla kesici olmaları arasındaki derin tezatlıktan korktu. Basmamaya dikkat ederek, deftere yöneldi, yerden kaldırıp eline aldı ve sayfaları koparmaya başladı. Kopardığı her bir sayfayı havaya attıkça gözyaşları iniyor, mavimsi bir ışıltıya dönüşüyordu.
Mutfağa gitti, dolapların birinden babasından kalan, kalın camdan yapılmış, kirli beyaz kadehi çıkardı. İkinci rakısını, üçüncü ve belki daha sonraki rakılarını onunla içecekti. Yıllarla hesaplaşacak, koparıp havaya fırlattığı her bir sayfayla yanlış günleri eleyecekti. Ne annesinin ölümü kalacaktı elde ne de babasının “Mantıklı ol” diyen o katı sesi. Defterden yırttığı sayfaları, halının üzerinden alıp, sıkıştırıp top haline getirdi. Kâğıttan topu kocaman bir tektaşmışçasına elinde tuttuğunda, odanın içine bakındı, atabileceği bir yer, bir kişi, bir durum, bir olay arıyordu. Hepsini birden içine alan ama varlığı olmayan bir yeri, boşluğu buldu.
Boşluğa attı.
Kâğıttan taş, boşlukta kulaklarına ulaşmayan bir sesle patlayıp dağılınca bu sessizlik içinde mavi ışıltılara dönüşen gözyaşları, tekrar kendi saydamlıklarına ulaştı, çoğaldı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Kavga eden annesiyle babasının şiddet dolu seslerini içinde duyarak, dillerinden dökülen sözleri toplayarak, geçmişin ölgün sarı ışığında ortaya çıkan korkunç gölgelerden gözlerini kaçırarak ağladı. Dizlerini karnına çekerek yattığında, annesinden kalan rakı kadehinin yere saçılmış mavi ışıltılarıyla aynı düzlemdeydiler, onlara bıraktı gözlerini.
Telefonun sesiyle uyandığında gün çoktan aydınlanmış, güneş ayaklarının ucuna varmıştı.
Rakının geceden kalan ihaneti, kafasının yarısında seyreden bir baş ağrısıydı. Çalışma odasında, kıvrılıp kaldığı halıdan başının ağrıyan tarafını tutarak kalktı. Keşke çocukluğundaki gibi yatağına koşsaydı, yüreği yine aynı alazda yansa da, ağlaya ağlaya uyusa da, rakının ihanetine uğrasa da hiç olmazsa uyandığında kolları, bacakları, sırtı tutulmazdı.
Telefonu açtı, dinledi, kapadı.
“Hocam, yazınız çok geç kaldı, gece dergi baskıya girecek, akşam saat 10.30’a kadar göndermelisiniz!”
Alay ederek telefondaki sesin taklidini yaptıktan sonra, evde birileri varmış gibi ve onlara sesleniyormuşçasına bağırarak banyoya geçti.
“Üç silahşorum, geç kaldınız, kırk dakikaya kadar beni masama göndermelisiniz.”
Silahşorlardan biri olan duş, tepeden inen sıcak bir şelale gibiydi, bedenine her dokunduğunda rahatlatıyor, gevşetiyor, bir keyfe dönüşüyordu. Keyif veren, bedenine, ruhuna iyi gelen her durumda ya da iyi geleceğini düşündüğü her girişimde, kafasında kurmuş olduğu mutluluk fakültesini kazanacağını zannederdi. Kırkıncı yaşına bastığı dünkü gecede farklı bir şey yapmış, defterin sayfalarını yırtıp atmıştı. Bu farklılık, iyi başlayan bir sınav gibiydi, yırtıp attığı her kâğıtla bir doğru seçeneği işaretliyor, geçmişin bazı günlerini eliyordu. Yaklaşmıştı, kâğıttan topları birleştirip büyütmeseydi, bir taş gibi boşluğa atmasaydı kazanabilirdi. Annesinden kalan kadehle içmeye başladığı rakıyı, babasından kalan kadehle bitirmeseydi kazanabilirdi.
Soğuk suyu açtı. Suyun bedenini ürpertmesi, annesinin babasıyla her kavgadan sonra kendisinin yanına gelerek korkmaması için sarılması gibiydi. Yavaş yavaş sıcaklığını kaybediyordu annesi, bir sonraki sarılışında bir önceki sıcaklığı bulamıyor, sıcak ten yerini, biraz daha soğuk bir tene bırakıyordu. Babası, annesini yaşarken öldürmüştü. Annesinin hayatla iş yapmaktan, konuşmaktan, heyecandan, duygulardan vazgeçen, kızağa alınan yüreği bir sabah bedeninin içinde öylece durmuş, atmaz olmuştu.
Tamamen mantıklı ve tamamen mantık dışı bir ölümdü!
Annesinin kalbinin duruşu gibi aniden durdu, suyu kapadı. Kırkıncı yaşındaki bedeninin ölmeye yüz tutmuş yerlerine dokundu ve dokunduğu her noktada babasının annesine, durmadan “Mantıklı ol!” deyişini duyumsadı. Babası, “Mantıklı ol” emri ile “Suskun kal, hiçbir şeye karışma, var ol ama görünme” diyordu. Dış dünya karşısındaki güçsüzlüğünü, annesinin duygu dolu yüreğini susturarak, itiraz etme hakkını elinden alarak dengeliyordu. Kendi adına bu sözü, gizli bir güce dönüştürüyor, dış dünyanın yanlışlarıyla mücadele etmek yerine yanlışlar karşısında suskun kalmayı bir kurtuluş, bir korunma zırhı haline getiriyordu. Yakınlarını da, kendince bir tür koruma refleksi içinde bu tutuma zorluyordu.
Annesi gibi yüreğiyle ters düşmemek için, yüreğiyle ters düşüp de ölmemek için on birinci yaşından itibaren, mantıklı olmanın korunaklı dehlizlerine gömülmüş, babasının “Mantıklı ol” çağrısına olumlu cevap veren bir hayatı seçmişti. Bu nedenle, neşelenmek, avazı çıktığı kadar bağırmak, kendini hesapsızca aşka bırakmak yer almadı hayatında. Bu nedenle on bir yaşındayken babasının kulağına üflediği mantıklı olma biçimiyle mantıkçı olmak iç içe geçti. Kongrelerde, panellerde, amfilerde dersler verdi. Teorik olanı pratik olana, düşünsel olanı fiili olana yeğleyen, üstün tutan sunumlar gerçekleştirdi ve çevresinde olup biten hiçbir şeye tam bir ilgiyle karışmadı, dâhil olmadı.
Bir süre önce bir dergiden, sosyal hayat katmanları ve mantıki sonuçları konulu bilimsel, kuramsal bir yazı istemişlerdi kendisinden. Hayatla ilgili bir yazı diye geçirdi içinden. Bu konuda kuramsal pek çok yazı yazabilirdi, dersler verebilirdi.
Duşu, ılık ayara getirip son bir kez dökündükten sonra çıktı. Diğer iki silahşorundaydı sıra, kahvesinde ve sigarasındaydı. Onları alarak pencerenin yanındaki koltuğa oturdu. Penceresi onun sığınağıydı, dışarıyla kendisini buluşturan yerlerden en güvenlisiydi, görünmeden görmeyi başardığı tek köşeydi. Bir mabedin içindeymiş gibi sabahları, penceresinin yanındaki koltuğa oturur, yedinci kattan önce gökyüzüne, sonra diğer binaların yüksek katlarına, daha sonra da aşağılara doğru bakar, parkları, bahçeleri, kapıları izlerdi. Kahvesi bitene kadar ne görürse… Karşıdaki sitenin üç bloğuna da yapılı, onları birleştiren rampaya bakardı bir de. Oradan inen ya da oradan çıkan birilerini görme arzusu içinde bakardı. Bu sabah, elektronik aksamlı tekerlekli sandalyede şık giyimli bir adam gördü. Yanında bir de kadın vardı. Lüks bir mağazadan alındığı belli olan, göğüs dekolteli, çiçekli elbisesi içinde hafif tombul bir kadındı. Rampadan çıkışlarını izledi, apartmandan içeri girmelerine, gözden kaybolmalarına dek izledi. Masasına döndüğünde tuhaf bir biçimde o rampa kafasının içinde yükselmiş, tahtadan yapılma iki tekerlekli bir araba da rampa üzerinde yukarı doğru tırmanmaya başlamıştı.
Yazıyı yetiştirmesi gerekiyordu, bu telaş içinde bilgisayarını açtı ve hayat üzerine, hayat biçimleri üzerine notlarına baktı, konuyla ilgili başka metinleri hızla gözden geçirdi ancak rampa kafasının içine öyle bir yerleşmiş, üzerinde yükselen tahtadan yapılma araba zihnine öyle bir misafir olmuştu ki gözlerini kapamak durumunda kaldı. Açtığında, Ayşe’nin çektiği iki tekerlekli o tahta arabanın, hayatın başka notlarını, bilgisayardaki yazıların yanına bırakmış olduğunu gördü.
Deli Ayşe çekerdi Topal Kahır’ın yere bitişik arabasını. Ayşe, Kahır’ın arabasının ipini, omzu üzerinden geçirip sıkı sıkı tutardı. Çekişte, arabanın ön tarafı arka tarafına göre hep biraz daha yukarıda olduğundan Topal Kahır’ın yüzü istese de istemese de Ayşe’nin kalçalarına dönük bir şekilde dururdu. Ayşe arabayı çekerken, Kahır’ın gözleri kapalı olurdu çoğunlukla. Ayşe aniden durduğunda açardı gözlerini Kahır, sağına soluna bakınır, etrafa göz gezdirirdi. Bacakları yoktu Kahır’ın, Ayşe’nin de aklı. “Akılsız ile Bacaksız” derlerdi ikisine birden ve onlardan böyle bahsederlerdi. Onlardan, hep böyle bahsettiklerinde annesi “Yürekleri var ya işte!” derdi.
Annesi onları severdi, babası onlardan korkardı. Aynı anda sevgiydi ve korkuydu bu iki insan kendisi için. Annesinin adlandırmasıyla “yürekliler”, babasının adlandırmasıyla “akılsız ile bacaksız”dılar. Ayşe ile Kahır sokaktan geçerken kendisi sokaktaysa, Ayşe birden arabayı durdurur, öylece bakışırlardı. Kahır da gözlerini açar, “Güzel kardeşimiz nasıl bugün?” diye sorardı. Kendisiyse, cevap vermek yerine, gülümsemeyle korkunun birbirine karıştığı bir yüzle adımlarını hızlandırır, eve doğru kaçardı. Annesinin, pencereden onları her görüşünde gülümseyen yüzü ile babasının, onları görmemek için perdeyi hızla kapatışı, suratının asık bir ifadeye bürünüşü de dâhil olurdu bu kaçışa.
İpini hiç bırakmazdı Ayşe, bazen koluna bazen de elbisesinin kuşağına bağlardı ve elbisesi de eski bir güllü desenli basmaydı. Kahverengi gülleri yer yer griye dönmüş olan elbisesinin ön eteğini pijamasının içine soktuğu da olurdu. Bu durumda, omzundan geçirdiği ipi sıkı sıkı pijamasının lastiğine bağlar, Kahır’ın arabasını öyle sürüklerdi. Nereye gidiyorlarsa oraya doğru, ne işleri varsa onu yapmak için. Beraberlerinde mutluluğu, tedirginliği, gurur ve utangaçlığı da taşıyarak.
O güne gitti, pencereden gördüğü elektronik aksamlı modern tekerlekli sandalye, sandalyedeki adam ve yanındaki kadınla beraber gitti. Onlar, Deli Ayşe’ye ve Topal Kahır’a, kendisi on yaşına dönüştü. Son görüşü olmuştu o gün onları. Kahır’ın arabasından bir taş çıkararak, bir adamın ensesine doğru fırlatmasını, adamın bir çığlıkla yere düşmesini ve Ayşe’nin çok hızlı bir şekilde arabayı çekip diğer sokağa döndürmesini gördüğünde, hızla eve doğru koştu kendisi de. Eve girer girmez annesine sarıldı. Annesine pencereden uzak durmasını söyledi. Bunu duyar duymaz annesinin, pencereye koşacağını bildiği için söyledi.
Pencereden bakarken annesi, “Korkmana gerek yok, kalktı, boynunu tuta tuta yürüyor, ona bir şey olmaz, sen bana neler olduğunu anlat” dediğinde, birden gördüklerini anlattı ve sustu. Annesinin kızmasını beklerken, “Yürekliler, yürekliler!” deyişine şaşkın bakakaldı. Bu bakışı fark eden annesi; “Bak, bu yapılanı, yani o adama taş atılmasını istemezdim, tercih etmezdim, onaylamıyorum da” dedi ve devam etti: “Fakat bazen öyle bir adalet boşluğu doğar ki, güçlü olanın ya da güçlü kabul edilen kişilerin yaptığı kötülüğe karşı hiç kimse ses çıkarmaz. Görmezden gelinir kötünün yaptığı ve onun hayat biçimi diğer hayat biçimlerinden bu şekilde baskın gelir. Daha güzel yaşamak isteyen, kimselere zarar vermeden kendi hayatlarını kendileri sırtlayanlara, kötülerin değerleri dayatılır. Canları acıtılır ve canları acıyanların adına, kimse ses çıkarmaz. Onlar da ya bu sessizliği kabullenir ya da bir şey yaparak ses çıkarır. Daha küçüksün, anlamıyor olabilirsin dediklerimi, biraz daha büyüdüğünde anlayacaksın.”
Başını sallamıştı ama evet, o yaşında pek anladığı söylenemezdi.
Annesiyle babası o gece kavga etmemişlerdi, sonra günler geçmiş, yine kavga etmemişlerdi. Annesi babasının etrafında sık sık dönmüş, çok kısık sesle sürekli bir şeyler söylemeye çalışmıştı. Bir gün babasına, “Sen de biliyorsun o adamın Ayşe’ye tecavüz ettiğini, hem de Kahır’ın çaresizliğini kullanarak gözleri önünde bunu yaptığını” dediğini duydu. Babasının “Mantıklı ol” diye söze başlaması üzerine, annesinin evden sokağa, sokaktan caddeye, caddeden şehre taşan, oradan da kendi yüreğine ulaşan çığlığını duydu. Annesi artık susmuştu, o günden sonra hep susmuştu.
Korkarak, koşarak, sarılarak annesine o olayı anlattığı için hep pişmanlık duymuştu. Annesinin ölümünden kendisini sorumlu tutarak, on birinci yaş gününde annesinin yokluğunda defterine, on bir defa “Sustum” diye yazmıştı, sonra her yıl doğum gününde bir sonraki sayfaya, bir artırarak, yaşı kadar “Sustum” yazmış ve defteri kapatmıştı. Zaten konuşsaydı, babası “Mantıklı ol” diyecekti. Babasının “Mantıklı ol” sözünü güçlünün yanında yer almanın bir anahtarı olarak gördüğünü anlaması ve bu anahtarın aslında güçlüyü daha güçlü, zayıfı daha zayıf hale getiren kapıyı açtığını görmesi uzun sürmemişti fakat anahtarı tersine çevirmek çok zordu, sadece yaşça büyümek yetmiyordu.
Yazıyı bitirdi, dergiye gönderdi.
Yaklaşık iki saat sonra telefon çaldı. Telefonu açtı, dinledi.
“Hocam, gönderdiğiniz yazı hayatla ilgili bir öykü, dergimizin normlarına uygun değil, bu nedenle yayımlayamıyoruz, kusura bakmayın.”
Telefonu kapadıktan sonra “Siz kusura bakmayın” diyerek, telefondaki sesin alaycı bir taklidini yaptı, yayımlamayacaklarını biliyordu.
Kahve hazırladı, sigarasını, telefonunu aldı, pencerenin önündeki koltuğa geçti. Huzurevini arayıp hemşireye babasının sağlık durumunu sordu. “Aynı” dedi hemşire.
“Aynı” sözünü tekrarladı ve hemşireye teşekkür edip telefonu kapadı. Önce bir iç geçirip sonra derin bir nefes alarak dışarıya baktı. Dışarısı artık aynı görünmüyordu, artık çıkması gerektiğini düşündürüyordu, masa üstünde bir öykü duruyor, doğum günüyse sürüyordu.