ZAMANIN KİŞİYE “GÖRECE”LİĞİ

– ADANA –
Big Bang’in âleme dehşetli ve gürültülü girişinden sonra zaman tanrısı bir daha peşimizi bırakmadı.
Kum saati baş aşağı akmaya, evrenin biyolojik saati tıkır tıkır işlemeye başladı. “Lost in Space” kılıklı bir yaşam sürmek varken çalar saatlere adanmış ömürler yaşamaya yazgılandık. Paldır küldür uyanılan sabahlar, güneşin gölgesine göre tayin edilmiş öğünlerde yenen yemekler, daha çok satın almak için en güzel günlerimizden çalarak kendimize borçlandığımız vakitler…
Dışbükey zamanlarımız böylesine hoyratça geçip giderken içbükey zamanlarda yaşanan sonsuz kırılmalar ve gelgitler yeni baştan yaratır zamanı algılayış biçimini.
Herhangi bir anda karşımıza dikilen eski bir fotoğrafın bizi hangi zamana götürüleceğini ölçen bir aygıt icat edilmedi hâlâ, astral bir seyahat yaşarken ruhumuz.
Hiçbir matematik kitabında yazmaz ama omzunda “Nuh’un Gemisi”ni yüklenen yorgun gecelerde hangi zaman biriminin kullanılacağı yükün ağırlığıyla doğru, ümidin hacmiyle ters orantılıdır…
Devamsızlık hakkı kalmayan bir öğrencinin okulun son günlerindeki zorunlu gelişlerinin İzafiyet Teorisi’ndeki karşılığı ne olabilir?
Zamanın göreceliği acıların çeşitliliğine, mekâna ve ruhun sakatlığına göre değişir. Einstein acilen teorisine bunu da eklemeli.
Bazen bir şiir öyle güzel anlatır ki her şeyi, pozitif bilimler çaresizce iç geçirir.
“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir/ Mübtelayı gama sor kim, geceler kaç saat…” (En uzun geceyi ne müneccim ne de takvim yapanlar bilir/ Gecelerin kaç saat olduğunu gam tutkunlarına sor.)
Böyle gecelerde müziğin sağaltıcı gücüne tutunulur –belki de sadist kırbacına demeliyim– gönüllü bir mazoşistin sanatı bahane ederek kendini tatmin etmesi gibi. Zaman en acımasız tanrıdır ve elinde kırbacıyla yarış atına döndürdüğü ruhlarımızla alay eder.
Nietzsche’yi de sonunda ölümün beklediği deliliğe sürükleyen zavallı bir atın kırbaçlanması değil miydi? Ölü tanrısının merhametine ihtiyaç duymuş olmalıydı filozof. Böyle zamanlarda tanrının eli arzulanır çünkü. Ama ölü bir tanrı ne işe yarar ki? Böyle gecelerde delirmek en büyük akıllılıktır oysaki.
Kalbimizin doğusunda ve batısında, güneyinde ve kuzeyinde bambaşka mevsimler yaşanırken hangisinin şahitliğiyle hüküm giyeceğimize zaman tanrısı nasıl karar verecek? Peki, biz zamanı üzerine mühürlediğimiz, koca koca sandıklara kilitlediğimiz, bizi bizden çalıp götüren anlarımızın hesabını hangi tanrıdan soracağız?
“Demiştin ki:/ ‘Günde tam 44 tane gün batımı gördüğüm olmuştur’/ Sonra da eklemiştin:/ ‘Biliyor musun insanlar üzgün olunca gün batımının tadına daha iyi varıyor.’/ ‘Demek sen 44 gün batımı izlediğin gün pek üzgündün?’”
Küçük Prens’e 44 gün batımının kaç ömürlük bir zaman dilimine eş değer olduğunu kim söyleyecek?
Zamanın tatile çıktığı vakitler vardır bir de… Sessizliğe gömülür insan ve evren ve her şey… Neruda konuşur yalnızca:
“Şimdi on ikiye kadar sayacağım/ Sessiz olun, ben gideceğim.”
Kimisi gider… Slvia Plath gibi, Nilgün Marmara gibi, Virginia Woolf gibi… Biz kalırız gecenin karanlık kucağında, avutulmayı bekleriz.
“Yüzünü dökme küçük kız/ Yalnız sen değilsin unutan sevilmeyi” dizeleri çınlar sessiz duvarlarda… Bir “Yedigey Zamanı”na yakın bir gecedir, sabahları meçhul…
Bazı gecelerse hülyalıdır. Hayal perisinin koynunda avutulan zihin Tanpınar’ın aksanıyla susar:
“Ne içindeyim zamanın/ Ne de büsbütün dışında/ Yekpare geniş bir anın/ Parçalanmaz akışında.”
Ve akıp gidecektir zaman izin almadan, sana bana sormadan, boşlukta kaybolmuş ruhlarımıza aldırmadan…
Geçmiş olsun… Artık hayaller de ümitler de yürekler de paramparçadır zamanın sonsuz akışında…