YAŞAM 

YORGUNLUĞUN GAYRİ RESMİ ANATOMİSİ

Yorgunuz… Arabesk bir bahar yorgunluğu değil bu. Derin acıların ve kronik travmaların artığıyız… Belleğimizin çöplüğünde öyle çok sargı bezi var ki… Ve merhem tüpleri… Ve yara bantları… Bir demet kır çiçeği de olsun isterdim, solmuş olsa bile. Bize bir zamanlar içimizde çiçekler açmış olduğunu anımsatırdı.

Tüm yorgunluğumuza rağmen yaşama arsızıyız. Ve yaşamak laneti bir havai fişek gibi alnımızda parlıyor. Kökü bizde bir tutam saç… Kesiyoruz, kesiyoruz, ucundan uzamaya devam ediyor yaşamak çilesi. Yaşadıkça görüyor, gördükçe tükeniyoruz.

Çünkü görmek, tedavisi imkânsız bir hastalıktır. Görmek, fark etmek, idrak etmek, gördüğünü kodlamak, bu bilgileri işleyip zihnin dipsiz çöplüğüne göndermek… Görmek çok yorucu bir eylemdir. Biz, görmenin yorgunuyuz.

Görmek; insanı insandan ve dünyadan koparıyor, yalnızlaştırıyor. Suni döllenmelerle kurulan ilişkiler daha ana rahmindeyken yok olup gidiyor. Hakiki bağlar kurmaya çalışırken sahte ilişkiler ucuz, imitasyon bir takı gibi fark ediliyor. Organik ilişkilerin yerini organizmayı dev bir kanser hücresi gibi ele geçiren inorganik söyleşiler alıyor. İnsanı bu sahtelik öldürüyor.

Yorgunuz. Bu çağa ait ol-a-mamanın çaresiz yorgunluğu bu. Geldik, gördük ve yenildik…

Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden” diyen Küçük Prens’imiz bizi kandırdı mı yoksa? Pamuk ipliği ilişkilerde artık kimse kimseye sorumluluk duymuyor, bağlar inceldiği yerden kopuyor. Ve elbette bu kopuş şerbetli ruhlara acı bile vermiyor.

Böyle zamanlarda yalnızlık, Red-Light District’teki fahişe ruhlu bir kadın gibi kıpkırmızı ruju ve şuh kahkahalarıyla el sallıyor. Gömüldükçe gömülüyor insan yalnızlığın sıcacık koynuna ve sonsuz konforuna. Bir daha da çarşıda pazarda organik ilişki avına çıkmıyor.

Zaman ilerledikçe “Kendini kıran bir dal kadar yalnızım” diyen şairin ıssızlığına evrilen yalnızlık korkutuyor insanı. Derken genetik kökeninde sosyalleşmenin gerekli olduğu dürtüsüyle yalnız insan ininden çıkıyor, insan içine karışıyor, yeniden sahalara dönüyor.

Fakat daha ilk adımı atar atmaz “Çimlere basmak yasaktır” uyarısına aldırmayan filler üstümüzde tepiniyor. Yüreğimizde çiğnenmedik yer kalmıyor. Çünkü hamuru çamur olan insan kadar bulanık ve pis bir canlı daha yoktur. İnsan bataklığında yürümek bizi yoruyor.

Yorgunuz… Rüzgârı pusula edinmekten, kendimizi ararken… Evinden hiç çıkmadan dünya atlası çizmeye çalışan Uzun İhsan Efendi kadar yakınız sevgi atlasımızı oluşturmaya. Yani fersah fersah uzaktayız, sürükleniyoruz bir ütopyanın peşinde. Tüm yolların hayal kırıklığına çıktığı bir haritada pusulaya da gerek yoktur zaten.

Yıllarca içine yaptığı onlarca yolculukta kendine rastlayamamış bir insan yorgunluğu var üzerimizde… “Yoksa hiç var olmadım mı? Koca bir yanılsamanın hezeyanı mı bu yaşananlar?” paranoyası zihnimizde…

Biz daha kendimizi tanımamış, kendi gölgemize bile rastlamamışken “Seni hiç tanımıyorum” diyenlere gerçek bir öz geçmiş sunmak istiyorum bir şairin dizeleriyle:

Bilme, tanıma beni/ merdivenlerden üçer beşer çıkmanın sevinci yok içimde…

Biz yorgunuz, kendimizi anlatmaktan ve anlaşılamamaktan… Yorgunuz; bahardan değil bu yorgunluğumuz, insandan… Biz insan yorgunuyuz.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar