YIRTIK UÇURTMA
– ADANA –
İnsan yaşamının en saf ve yapmacıksız dönemi çocukluktur. İnsana iyi gelen, mutluluk veren oyunlar sadece masum çocukluk yıllarındaki oyunlardır.
İnsan büyüdükçe kirlenir, doğallıktan ve içtenlikten uzaklaşır. Toplumun ona dayattığı sahte, yapmacık ve sevimsiz rollere bürünür. İnsan büyüyüp de masumiyetini ve saflığını yitirince oyunlar da değişir; zevk vermeyen, tehlikeli bir hal almaya başlar.
Khaled Hosseini’ye minnet mi duymalı yoksa nefret mi hiç bilemiyorum. ‘Uçurtma Avcısı’nı okuduktan sonra insan kalbinin aynı hızla çarpması mümkün değil, paramparça oluyorsunuz çünkü.
“Dünya artık bir daha hiç/ bir okul çıkışı gibi kokmayacak mı?” diyor ya Didem Madak, tam da öyle, dünyanız eskisi gibi olmuyor.
Uçurtma, çocukluk demektir. Uçurtması yırtılan bir çocuğun hayalleri ve umutları da yıkılır. Bu roman da yok olan umutlara, hayal kırıklıklarına ve çok erken yaşta büyümek zorunda kalmaya dair iç acıtan bir roman. Amir ile Hasan’ın Kabil semalarında masum çocukluklarına veda edişlerine dair bir roman.
En başta buram buram arkadaşlık kokan roman, yıllar içinde sınıfsal farklılıkların ve savaşların insan hayatını biçimlendirdiği, şartlar ne olursa olsun sadece zengin ve güçlü olanın hayatta kaldığı kokuşmuş bir sistemi gözler önüne seriyor.
“Çocuklar boyama kitabı değildir. Onları en sevdiğin renklere boyayamazsın.” diyen yazara inat duvarımızda bizi gururlandıracak parlak ve gösterişli bir tablo asmak adına, elimizde rengârenk boya kalemleriyle çocuklarımızı anlamsız, karmakarışık bir tuvale çeviriyoruz. Bu da başka bir çürümüşlük değil de ne?
Bana hep ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filmini anımsatır bu roman. Hani annesiyle birlikte hapishanede yaşamak zorunda kalan, tek avuntusu günde birkaç saat gökyüzünün maviliklerine bakabildiği, kendi tutsaklığına inat özgürce uçabilen uçurtmaları izleyebildiği havalandırma saatleri olan o küçük çocuk: Barış…
Çocukları erken yaşta büyümek zorunda bırakan bir öykü…
Yüksek duvarları aşan bir öykü bu…
Umuda, barışa, yarına dair bir öykü…
Çocukların gözünden anlatılan tüm hikâyeler her zaman beni çok etkilemiştir. ‘Çizgili Pijamalı Çocuk’ romanı gibi… Çocuk parkında geçmeyen bir hikâye… İki çocuk… Silahların, ölümlerin, tel örgülerin arkasında yeşeren bir arkadaşlık… Sonu mu? Tam bir yürek yangını…
Bu romanları okuduktan sonra hep “Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor” cümlesi yankılanır zihnimde. Çünkü artık kelimeler anlamsızlaşır; ağır gelir, acıtır.
Sonra?
“Ne zaman bir çocuk ölse/ gözü evlerinde/ annesinin kavurduğu/ helvada/ kalır” der Sunay Akın, içimizde koskocaman bir yara açar.
Şu katlanılmaz dünyayı güzelleştiren yegâne varlıklardır çocuklar. Neşeyi, masumiyeti, umudu, geleceği anımsatan…
Çocukların da uçurtmaların da vurulmadığı bir dünya yaratmak istiyorum.
Savaşın, ırkçılığın, vahşetin, ötekileştirici dilin olmadığı bir dünya… Nâzım Hikmet gibi dünyayı çocukların ele geçirdiği bir masal anlatmak istiyorum:
“Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne/ allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar/ oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında/ dünyayı çocuklara verelim.”