YAŞAMAK KAMBURU
– ADANA –
Hepimiz yaşamak denen koca bir kamburla yaşıyoruz bu çekilmez dünyada. Her geçen gün kambur büyüyor, eciş bücüş bir yaratığa dönüşüyoruz ömrümüzün sonunda. Yaşamak bize ağır geliyor.
Her günümüzü ekranda ne zaman “SON” yazacak diye geçirmiyor muyuz?
Hadi itiraf edin, haksız mıyım? Ama unutmuşum bizde itirafın tedavülden kalktığını. Ben demiyorum ki Ayfer Tunç diyor!
“Bizde itiraf yoktur. / Bizde itiraf eden huzur bulmaz. / Biz itiraf edersek unutamayız. / Biz oysa unutmak isteriz, olmamış gibi yapmak.”
Sırf bu yüzden yaşamanın ne büyük bir yük olduğunu söyleyemeyiz kendimize. Emaneti gezdirir dururuz. Zaman zaman yaşamayı da unutmuşluğumuz bundandır.
Yaşamak ağrısı hep yüreğimizin “taş” köşesinde, gitmeyi bilmiyor. Sadece yaşama derdi değil ki… Bir de yalnız yaşayamama belası var. İçimize çöreklenmiş, öylece duruyor.
Bir hüzündür çöküyor, inatçı bir sis bulutu gibi… Öyle yoğun ki duman… Göremiyoruz, ilerleyemiyoruz. Belli ki sisin dağılması beklenecek. En zor kısmı da bu… Bekleyişlerden yorulduk. İçimizde öbek öbek yükselen bu hüzünlü yalnızlıktan kurtulmak için debeleniyoruz. Oysa her bir hamle bizi bataklığın dibine biraz daha yaklaştırıyor. Daralıyoruz, bunalıyoruz, boğuluyoruz.
Ancak hepimiz biliriz ki yalnızlık insanın makûs talihidir. Bu dünyaya yalnız gelir, biraz oyalanır ve yapayalnız göçeriz. Ama balık hafızasından olsa gerek, hemen unutuveriyoruz.
Sorgulamadan, fazla üstünde durmadan, gelişine yaşamayı da bir türlü öğrenemedik. Oğuz Atay da öğrenememişti. “Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım.” diyerek göçüp gitti.
İşte ben böylesi pasif ve edilgen bir yaşam sürmemek için duvarlarımı rengârenk yağlı boya bir tabloyla süslemeyi denedim. Değeri yüzyıllar sonra anlaşılacak bir başyapıttı bu. Aldım, onu kirli duvarıma astım. Olmadı, beğenmedim. Duvarı boyadım önce, sonra astım. Daha güzel oldu. O duvarı yıkma zamanı gelene dek tam karşımda duracak. Peki, şimdi kötü yaşamaktan kurtulmuş mu olacağım? Belki de bir gün kendi ellerimle yaptığım tabloyu asarım, ona baktıkça iyileşirim. (Ancak ve ancak şekilsiz bir çöp adam çizebildiğimi kimselere söylemeyin ama olur mu?)
Çocukluğumuzda; herkesin muradına erdiği, gökten üç elmanın düştüğü, iyi kalpli insanların başlarına ne gelirse gelsin sonunda hep kazandığı ve mutlu olduğu masallar dinledik. Sonra büyüdük ve içine atıldığımız dünyada hiç de masallarda anlatılanlar gibi mutlu mesut sonlu hikâyelerin yaşanmadığını gördük. Sonra ne mi oldu? Hepimiz bu ağır aldanışlardan dersler çıkararak şu gerçek ve kirli dünyada hayatta kalmayı öğrendik. Evet, efendim, masallar öğreticidir, öğrendik.
Doğrusu şimdi masallara inanacak yaşı çoktan geçtik ama hâlâ içimizde bir yerlerde mutlu sonlara ulaşmanın aldatıcı inancı sapasağlam duruyor.
Hani bir yer vardı, her şeyi söylemenin mümkün olduğu… Hani yaklaşmıştık? Aşkın, hazzın ve mutluluğun sonsuz olduğu; bekleyişlerin, aldanışların, eksilmelerin, hiçe sayılmaların ve yalnızlıkların olmadığı o yer nerede? Var mıydı gerçekten böyle bir yer? Bu da mı bir masaldı yoksa?
Bir de zamanın her şeyi iyileştirdiğini söyleyen bir şiir vardı. Evet, evet! ‘Yalnız Bir Opera’ şiirinden bahsediyorum.
“Zaman / Alır sizden bunların yükünü / O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar dibe çöker. / Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir.” diyordu ya!
Zamanla doldurabildik mi boşluklarımızı? Anka kuşu misali yanıp yanıp küllerimizden yeniden doğabildik mi? Yaşamın ruhumuzda açtığı derin darbeleri iyileştirebildik mi? Bizi hayata bağlayacak yeni mutluluklar edinebildik mi?
Ne yazık ki etrafta pek çok Quasimado dolaştığına göre yine bir şair yalanıyla aldanmışız.
Yaşamak sancısı tüm ağırlığıyla sırtımızda öylece duruyor. Yapacak bir şey yok. Ekranda “SON” yazıp karıncalar belirene kadar yaşamaya devam…