GEZİ 

YALNIZLIĞIN BAŞKENTİ PRAG’DA; NÂZIM İLE, KAFKA İLE…

Bir kenti en iyi ne anlatır? Tarihi yapıları, geniş caddeleri, çıkmaz sokakları mı? Yazdırdıkları mı yoksa yaşattıkları mı silinmez izler bırakır? İçinden tren geçmeyen şehirler mi daha uzaktır yoksa bacasından dumanlar tüten vapurları olmayan denizsiz kentler mi?

Biliyorsun ben hangi şehirdeysem yalnızlığın başkenti orası” demişti ya hani Cemal Süreya, hangi ıssız ve ışıksız şehri tarif etmişti? Prag mıydı yoksa?

Bugün Kafka’nın şehrinden geçtim. Çok soğuktu ve hafiften, ince bir kar yağıyordu. Karl Köprüsü’nden şehri izledim. Sivrilen kubbeli yapıların iğne iğne etime batışının lezzeti tarifsizdi. Köprü üstündeki onlarca heykelin karanlık ve ürkütücü bakışları tam da Prag’ın bunalımlı, depresif ve karamsar yapısına uygundu.

Usta Nâzım elbette benden çok daha iyi anlatır, bir de ondan dinleyin:

Prag’da bir yandan ağarıyor ortalık bir yandan da kar yağıyor sulusepken kurşuni/ Prag’da ağır ağır aydınlanıyor barok:/ Huzursuz, uzak ve yaldızlarında kararmış keder…/ Ölen bir yıldızdan uçup gelen kuşlara benziyor Dördüncü Şarl Köprüsü’nde heykeller.

Yazın ayrı kışın ayrı güzeldir Prag. Ama bana sorarsanız kıştır ona en çok yakışan mevsim. Bulutlu, soğuk ve kasvetli havası şehrin ruhuna dikilmiş ve üzerine tam oturan bir gelinlik gibidir. Büyüleyici, heybetli ve sofistike…

Yüzümü yakan acı soğuk yine de saatlerce bu Orta Çağ kentinin sokaklarında kaybola kaybola gezinmemi engellemedi.

Şehrin kalbinde muazzam bir astronomik saat kulesi var. “Bir bozuk saattir yüreğim/ Hep sende durur” diyen Turgut Uyar’a inat yüzlerce yıldır tıkır tıkır işliyor. Her saat başı ortaya çıkacak olan altın yaldızlı horozu görmek için meydanı dolduran büyük kalabalık, saatin vuruşundan sonra dağılıp kayboluyor.

Avrupa’nın tüm şehirleri gibi Prag’da da pek çok bina tarih kokuyor. Onlarca kilise ve katedral var. Ben, Tyn Kilisesi’ne hayran oldum.

Yağmurlar içindeydi Prag/ sen yoksun uyuyorsun alacakaranlıkta/ alt ranzada üst ranza bomboş/ sen yoksun/ yeryüzünün en güzel şehrinden biri boşaldı.

Bu şehirden Nâzım da geçti bir zamanlar ve Cafe Slavia’da oturup en güzel Prag şiirlerini yazdı. Eğer bir Prag sakini olsaydım kesin o sımsıcak kafenin müdavimi olurdum. Nâzım Hikmet kadınlardan anladığı gibi mekânlardan da iyi anlıyormuş doğrusu. Harika bir seçim…

Hayatına sayısız kadın girmiş bir yazarın yalnızlığın başkentinde ne işi var demeyin bana. Burası Kafka’nın da şehridir. Melankolikler prensi, belirsizlikler abidesi, dünyaya asılı kalmış talihsiz bir ruh…

Ama bu buhranlı şehirden bir Kafka yaratmak yüce Yaradan için çok da zor olmasa gerek…

Ah Kafka’m! Zayıf ve çelimsiz bedeninde güçlü ve tutkulu bir yürek taşıyan büyük deha!

Palto giymeye üşenirken bu koca dünyayı sırtımda nasıl taşırım ben?” demesi boşuna değildi.

Kısacık ömründe İkinci Dünya Savaşı’nın büyük bunalımını ve yalnızlığını iliklerine dek yaşayan bu hassas ruh, çok da katlanamamıştır bu dünya ağrısına. Daha 40 yaşında kanserden –rahat, huzurlu yatağında değil elbette– göçüp gitmiştir.

Dünyanın Almancada en çok okunan kalemini görmek ve anlamak için şehre turist akınının olduğu bir gerçek. Tabii bu keşfetmeye meraklı ruhları doyurmak için Kafka’nın tüm nimetleri cömertçe kullanılmış. Prag’da dolaşırken pek çok yerde Kafka’nın heykeline rastlarsınız. Yaşadığı evin şimdi bir müze olması çok da şaşırtıcı değil.

Prag yakamı bırakmıyor” demiş Kafka. Nasıl bıraksın ki… Denizcileri büyülü güzelliğiyle kendine çeken bir denizkızı gibidir o. Yüzme bilmeyen ben de o sesin peşinden gittim. Boğuldum mu yoksa hayata yeniden mi döndürdü bu kent beni, bilmiyorum.

Yanımda yürüyordun Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün/ Âşık biri için ne büyük nimet, değil mi?

Kafka’yı anıp da Milena’yı unuttuğumu sanmayın.

Milena… Kafka’nın umutsuz aşkı, yitik prensesi, hiç vuslata ermeyecek arzusu… Onu, Prag’ın geniş sokaklarında düşlemiş olmalı. Gri ve bej renkli binaların arasında ebedi aşkı Milena’ya kavuşmanın hasretiyle yanıp tutuşmuştur.

Kalbimde sen varken her şeye katlanabilirim” diyen büyük yürek, aşkın gücüyle bile tutunamadı bu rezil dünyaya. Zavallı Kafka, “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir” diyen Goethe’yi okumadı mı acaba?

Çekya’nın kalbi Prag gerçekten görkemli bir şehir… Pek çok sanatçıya dokunmuş, sisi dumanı bol, havası ağır bir şehir…

Eski şehrin ruhunu hissetmek, parke taşlı yollarında yürüyüp bu Orta Çağ karanlığından çıkmış kentle bütünleşmek gerek… Bir yanda Nâzım Hikmet diğer yanda Franz Kafka, şehrin yalnızlığına ortak olmak gerek…

Kim bilir belki bir Piraye ya da bir Milena’ya rastlarsınız dar bir sokakta ve böylece dünya birkaç saatliğine yeniden güzelleşir.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar