UTANMANIN GEÇERSİZ TARİHİ

– ADANA –
Utanmanın tarihini cennetten kovulan anne ve babamızdan başlatmak gerek belki ama ben ilk insanın yaratılışına kadar gitmek istiyorum. İnsan karbon ayak izinin henüz düşmediği, kirlenme ve çürümenin adının bile duyulmadığı “insan girmemiş” ormanlarla kaplı yeryüzü cennetine insanın düşmesiyle…
“Hani Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.’”(Hicr, 28)
Hikmetinden sual olmayan yüce Yaradan böylece insanı yarattı. İnsan, tüm eksikliği ve olmamışlığıyla mutlak tam olan Yaradan’dan utanmadı. İşte böyle başladı utanmanın tarihi. Tüm kusurlarıyla kusursuz bir dünyaya geldiğine utanmayan insanın yaratılışıyla…
Sonra…
Yasak elmanın tadıyla sarhoş olan Âdem ile Havva, edep yerlerinin birbirlerine görülmesinin utancıyla olgun bir elma gibi kızardı ve dalından yere düştü. Cennetten dünyaya… İnsanlığın ilk özrünü dilediler. Edep tedavüle yeni girmişti o zamanlar.
Sonra…
Küçük Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerinin heybesinde utanç yoktu. Kavak ağacına sığınan peygamberini doğrayan inançsızların yüzlerinde de… Mesih İsa’yı gammazlayan havarinin, son akşam yemeğinde, tabağında nimetlerin en kıymetlisi utanma duygusu yoktu belli ki. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömen cahiliye devri adamlarında olmadığı gibi…
Sonra…
İnsanın insana yaptığı zulüm kendi nefsine yaptığı zulümden çok daha şiddetli oldu. Yedi kıtada dört mevsim kan damlıyordu. Tecavüzler, işkenceler, soykırımlar, sürgünler, ölümler… Tüm insanlık birbirinden medet umarken mahcubiyet ve utanç sırra kadem basmış, kayıplara karışmıştı.
Uygar medeniyetlerin kendi kanlı ve vahşi geçmişleriyle yüzleşme gibi bir âdetleri yoktur. Her millet kendi tarihini kendi pırıltılı kalemiyle yazar; altın yaldızlı harflerle ve koca koca puntolarla da ne kadar şanlı ve eşsiz bir tarihi olduğuna tebaasını ikna eder. (Aman ne şüphe!)
Bir istisna olarak (istisnalar kaideyi bozmaz elbette) bugün Almanya’nın başkenti Berlin’in tam göbeğinde büyük bir anıt mezarlık var: Holokost Anıtı… Çılgın Hitler’den ve onun faşist felsefesinden utanan büyük Almanya, dünyaya koca bir özür mektubu sunar bu anıtla. İnsanlığa borcunu böyle öder (?) ya da tribünlerden yükselen alkış sesini duymak mağrur ve ari Alman ruhunu okşar.
Keşke her şehrin meydanına bir utanç duvarı dikilse insanlığa utanmayı hatırlatsın diye. Kör vicdanları ve sağır yürekleri kanatsın, müstakbel vahşet ve kıyımların yolunu kessin diye.
Toplumsal olarak utancı kabul etmek çok zor görülür bir olgu, kabul. Peki, toplumun temel taşı olan bireylerin edep ve hayâ duyguları? Onlara rastlamak ne kadar mümkün?
Biz insanlar… Hatırlıyor muyuz utanmayı? Dört bölgesi de başka bir maskeyle örtülmüş yüzlerimiz kızarmayı biliyor mu?
Adana’da çok yaygın olarak kullanılan bir deyim vardır: Yüzü cıncıkla sıyrılmış… (Cıncık, cam parçası demektir) Ar damarı çatlamış, utanmaz, arlanmaz anlamına gelir.
Utanmak belki biraz da kanamayı gerektirir. Yüzün kızarıp yüreğin kanaması… Mesela ‘Notre Dame’ın Kamburu’ romanında Esmeralda’ya âşık rahip Frollo da yasak aşkından kanattı kendini. Ama utancının bedelini en zayıf olana, kambur Quasimado’ya ödetti. (Şaşırmadık tabii ki…) Utanmak yüzleşmektir çünkü. Her ruh gösteremez bu cesareti.
Modası geçmiş bir ayakkabıyla dolaşmaktan utanırız ama çirkin ve sahte ruhlarımızla gezinmekten hiç gocunmayız. Paradoksun kralı işte… Öyle değil mi?
“Utanmak başkalarına benzemiyoruz diye yaşadığımız bir duygu” diyor Şükrü Erbaş. Toplumda kabul görmek herkes gibi olmayı dayatır. Beyaz sürüdeki kara koyun ya da çirkin ördek yavrusunun kaderi hep birbirine benzer. Herkes gibi olmamak, başlı başına bir utanç vesilesidir. Yusuf Atılgan’ın eşsiz romanı ‘Anayurt Oteli’nde Zebercet’in boynuna doladığı ip, topluma uyum sağlayamamış olmanın utancıdır.
Yaptığımız hiçbir şeyden mahcubiyet duymadan, hiçbir vicdani sorumluluk taşımadan yaşayıp gidiyoruz. Özrün bir zül değil erdem olduğunu unuttuk çoktan. Bir acizlik ya da eziklik belirtisi sanki… Ama utanmak ve özür dileyebilmek dünya hazinelerinin en değerlisidir.
Bireyler ve toplumlar olarak yüzleşmeye cesaretimiz var mı? Yüzleşirken tüm maskelerimizden sıyrılıp kendi yüzümüzle aynalara bakabiliyor muyuz? Utançtan yerin dibine girmek pek kalmadı şimdilerde ama hicap ve edepten ötürü hâlâ yanağımızda kırmızı bir gül açıyorsa insan olduğumuzun delilidir. Utanabilmek çok büyük bir nimettir.
Kendi utanma tarihini yazabilenlere selam olsun…