RUHUMUN GAYYA KUYUSUNDA ÜÇ KADIN: TEZER ÖZLÜ, DİDEM MADAK, AYFER TUNÇ
– ADANA –
Eğer dünyada ruh ikizi diye bir şey varsa Tezer Özlü ve ben işte oyuz. Bu evrene tutunamamış “gamlı prenses”im benim Tezer. Canım Tezer…
Tüm anlatılarını yüreğinin en derinlerinden, cesurca ve oldukça lirik bir biçimde “anlatmaya” çalışıyor. Neyi mi? Aşkı, cinselliği, kadını, eskiyi ve yenilenmeye muhtaç olan duyguları…
“Bırak beni artık. Bu camdan çırılçıplak aşağıya atlayacağım. Sana karşı değil bu. Çocukluğuma karşı. Bu kente, bu eve, bu halılara, bu değişmeyen her şeye, bu ölmeyen her şeye karşı…”
Tezer’i okuduğum zaman başka bir zamana ve mekâna ait hissediyorum kendimi. Uzaklaşıyorum… İçime koca bir yumru oturuyor, bir süre de gitmiyor. Onun kendini ve dünyayı anlatma çabası hüzünlendiriyor beni, kimi zaman da öfkelendiriyor. Onu ve onun gibi hassas kalpleri duymayanlara kızıyorum.
“Her şey geçiyor/ ve/ hiçbir şey geçmiyor.”
Tezer’in ve Tezer gibilerinin örselenmiş yüreklerine ve anlaşılmamış sözlerine seyirci kalan tüm insanlığa öfke duyuyorum.
“Uçurumlar var diyorum/ insanla insan arasında/ kendiyle kendi arasında” diyen Nilgün Marmara ile tüm yaşamla, insanlarla arasına uçurumlar koyan, duvarlar ören Tezer Özlü’nün kederi nasıl da benziyor birbirine!
Benim için bir yol haritası olan ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’ senfonik bir anlatı gibi. Özlü, yazar Cesare Pavese’nin izinden, onun adımlarına basarak kendi yaşamının içinde yolculuk ediyor. Berlin’den Prag’a, Torino’dan Stefano Belbo’ya kadar birçok şehirde kendi karmaşası ve bunalımını da sürükleyerek yüreğinin derinliklerine iniyor. Sokaklar, evler, trenler birbirine karışıyor. Kitapta bir otel odasında yaşamına son vermiş Pavese’den pek çok alıntı var: “Kendi kendini kurtaramayanı hiç kimse kurtaramaz.” Pek çok döneminde intihara meyilli olarak yaşamış olan Özlü, Pavese’de kendi gerçekliğini buluyor.
Onu okumak, onun bu dünyaya tutunamamış olduğuna tanıklık etmek ve “melal”ini anlamaya çalışmak bir hayli yorucu.
Peki, bir insanı en iyi ne anlatır? Sustukları mı söyledikleri mi; yaptıkları mı yazdıkları mı? Tezer’den “kalanlar”ı; onun yorgunluğundan, acılarından, çığlıklarından, satır aralarından bulmaya çalışmak zahmetli ve yürek acıtan bir yolculuk… Bir iz sürücü gibi, av hayvanının kokusunu duya duya ilerlemek… Gecenin karanlığında ruhu aydınlatacak bir işaret, bir mum ışığı bulmaya çalışmak… Onun ardında bıraktığı izleri en iyi anlatan ‘Kalanlar’ın okura vadedeceği bu olabilir ancak. Cebren ve hile ile siz de kollarınızdan bağlandıysanız şu kör ve sağır yürekli dünyaya, Tezer’den kalanların izini sürmeye hak kazandınız demektir.
Benim lirik prensesim, canım Tezer’im…
Çocukluğa inmek kişinin kendi davranış ve düşüncelerini anlamak için iyi bir yol olabilir. Peki, o dipsiz kuyuya inince yeniden yeryüzüne çıkmak mümkün müdür? Tezer, ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde bugünkü derin yara izlerini çocukluğunun soğuk ve yatılı gecelerinde gezinerek anlamlar bulmaya, cevaplar aramaya çalışıyor. Kendine doğru, sonunun nereye varacağı belli olmayan tehlikeli bir yolculuğa çıkıyor.
“Uyanmak çıldırmak demek… Uyanmamalıyım.”
Ama ben lirik prensesim, ne kadar soğuk olursa olsun çocukluğumun gecelerinde kalmak isterim ve elbette uyanmamak… Uyanınca büyümüş olacağım çünkü. Oysa ben Didem Madak gibi tanrının arkasına saklanan bir kız çocuğu olarak kalmak istiyorum.
“Tehlikeli sayılmam artık./ Kalbimi kalın bir kitabın arasında kuruttum.”
Çiçekli şiirler yazmak isteyen, kendini bulunmaz Hint kumaşı sanan ve hep kaybolmak isteyen küçük bir kız çocuğu: Didem Madak…
“Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:/ Olanlar oldu Tanrı’m/ Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!”
Bu yakarışa yanıt geldi mi acaba?
“Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum./ Bir yağsam pahalıya mal olacağım.”
Satır satır yağdı gönlüme ve bir hayli pahalıya patladı bu rastlaşma, ağır geldi yüreğime. Ben de bir bodrum katı kızına dönüştüm zamanla. “Plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum artık.”
Eğer Didem Madak’ın ‘Ah’lar Ağacı’ şiirini okumadıysanız yüreğiniz yeterince keder ve acı ile dolmamış demektir. İddia ediyorum, bu şiirle tanıştıktan sonra acı bir “ah” kalacak boğazınızda düğüm düğüm.
“Bir zamanlar meydan okumak isterdim./ Kaç meydanını okudum da bu hayatın./ Yalnızca iki harfini öğrendim: A! H!”
Bir kadına hangi duygular bu dizeleri yazdırır? Bu dünyadaki hangi kopuş böylesi yaman bir çıkmazın içine sokar insanı? Bu şiiri yazıp da nasıl devam edebilir insan boğucu, kasvetli ve kısır bir döngüden ibaret olan yaşantısına?
“Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden/ Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı./ Aşk diyorsunuz,/ limanı olanın aşkı olmaz ki, bayım!”
Yoksa siz de mi hep yanlış limanlarda beklediniz, sayın bayan? “Siz aşktan ne anlarsınız” demiştiniz ya aşktan anlamayanların yakıp yıktığı harabe bir dünya var şimdi buralarda. Her ölüm erken ölümdür, biliyorum ama iyi ki biraz erkenden gittiniz, güzel bayan, çok da kirlenmeden ve daha çok örselenmeden… “Kalbinin doğusu her resme güneş çizen bir çocuk için” fazlaydınız zaten bu cehennem dünyaya.
“Vasiyetimdir:/ Dalgınlığınıza gelmek istiyorum/ Ve kaybolmak o dalgınlıkta.”
Didem Madak’ın da Oğuz Atay gibi kanser nedeniyle yaşamını yitirmiş olması garip bir rastlantı mı yoksa “tutunamayanlar”ın bir çeşit emaresi mi?
Peki, biz, hâlâ yaşamak zorunda olan zavallı bedenler, sizin gamlı ağacınızdaki alfabenin “A” ve “H” harfleri dışındakileri de öğrenip mutlu ve umutlu sözcükler yaratabilir miyiz? Ne dediniz, belki cümle bile kurarız, öyle mi?
Cümle kurmak, roman yazmaksa mesele işin ustasına bırakmalı işi. Çünkü aşkın ve acının en büyük şairi Fuzuli ise, romancısı da Ayfer Tunç olmalıdır. Aşkı, aşkın tahribatını, deliliğini ve hazzını, yaşamın gamını ve kederini kısa ama vurucu cümleleriyle öyle güzel anlatır ki…
Ama baştan söylemeliyim, öyle mutlu mesut romanlar vadetmiyor. Zaten bu cehennem dünyada sonu mutlu biten romanlar yazmak biraz da sahtekârlık değil mi?
Başucu kitabım ‘Âşıklar Delidir’ romanı, aşkın; dans, müzik, acı ve nefretle örülmüş bir destanı gibidir. Daha baştan kaybetmiş, örselenmiş, onuru çiğnenmiş, yaşam hevesi tüketilmiş kahramanların kol gezdiği bir kaybedenler kulübünü andırır roman. Sizi çarpar, sarsar ve yaralar.
Ayfer Tunç’un tüm kahramanları oldukça belirgin bir hacme sahip… Duruşları, sözleri ve yaşam biçimleriyle bir senfoni yaratıyorlar. Belleklere kazınan, hayatın tam da ortasında duran, yaşayan, yaşadığını gösteren kahramanlar bunlar. Tunç, yarattığı karakterlerle adeta renkli bir geçit töreni düzenliyor.
“MEMENTO MORI: Ölümü unutma. Nasıl unutabiliriz ki, hem niye unutalım? Yaşamaya katlanmamızı sağlayan tek şey bu kesin bilgi. Neyse ki öleceğimizi biliyoruz.”
Neyse ki ben de ölümü unutanın yaşamı da yok sayacağını iyi bilenlerdenim.
“El üstünde tutulmak istiyorsan her yerde yetişmeyeceksin, narin olacaksın, nazlı olacaksın, çabuk küseceksin, çabuk solacaksın ki solma diye üzerine titresinler.”
Ayfer Tunç’un; dilin tüm olanaklarını kullanarak oluşturduğu özel anlatımı, zengin ve kıvrak dili, katmanlı karakterleri onun benim için tam bir edebi deha olmasına yetiyor. Türkçenin gücünü öyle iyi kullanıyor ki etkilenmemek imkânsız. Ama sözcüklerle yarattığı dünya ağrılı ve de oldukça ağır.
Örneğin ‘Kuru Kız’ romanı; ölümle açılan boşluklardan, yaralardan, söylenmemiş sözlerden, odaların duvarlarına işlemiş acı yankılardan ibaret.
Boşluklarıyla baş edebilenler yara almadan yol alabiliyor. Oysaki boşlukları doldurmaya uğraşanlar her gün, hatta her adımda biraz daha örselenip hiç kapanmayacak olan boşluklara yer açıyor.
“Oysa geçip gitmiyor hiçbir şey, duruyor, her şey aynı yerde dönüp duruyor. Hayat Sisifos’un taşı. Taşı yukarıya taşı, taş yuvarlansın aşağı, taşı yine yukarıya taşı.”
Bu anlamsız döngü tam bir pandomim, tam bir eşek şakası değil mi?
Oysa “Dünya bir şaka olmalıdır ayrıca” diyor Ayfer Tunç, yaşamın hiç de şaka kaldırmadığını bile bile. Ve yine yapıyor yapacağını; düğüm düğüm bir burukluk bırakıyor içimizde.
Benim gayya kuyumun alev alev fışkıran sesleri… Tezer, Didem ve Ayfer… Ben kendi kuyumdan kurtulmaya çalışırken beni dipsiz kuyularda bırakan bu muhteşem kalemleri gözlerim görmeyi bırakana kadar okuyacağım ve ruhumun en derinlerinde sonsuza dek saklayacağım.