YAŞAM 

PARİS ÇIKARMASI

Yıllar önce karşılaşmalıydık seninle. Tenin ve ruhun yanıp yıkılmamış, taptaze bir gül gibi salındığı zamanlarda… Henüz ruhumuzun imara yeni açılmış kentlerini inşa ederken… Yıllar önce, Paris’te…

Seninle Paris’te karşılaşmalıydık; şehre tepeden bakan Sacre Coure’in merdivenlerinde oturup Eiffel Kulesi’ni görmeye çalışırken… Bir zamanlar kandan ve gözyaşından mürekkep bir kentin hangi boyayla bu kadar ışıldadığına hayran olarak Fransız Devrimi’ni konuşurduk, tarih kitaplarında eksik bırakılan bölümleriyle… Bastille Hapishanesi’ni, giyotinleri, idam mangalarını, şehre diz çöktüren vebaları, hummaları…

Champs-Élysées’de bir kafede oturup söyleşmeliydik seninle, yüzümde çapkın bir Juliet Binoche gülümsemesiyle… Paris’in neden âşıklar kenti diye anıldığından, sonu seyirciye bırakılmış Fransız filmlerinden, düş yorgunu Amelie’den bahsetmeliydik.

Aşkın olanaksızlığını tartışmalıydık saatlerce Paris sokaklarında seninle, aşka hiç inanmazken… “Mutlu aşk yoktur” sloganına tutunurken, Aragon’a şapka çıkararak… Ve varoluşun çıkmaz sokaklarında kaybolanların yollarının neden mutlaka Paris’e düştüğünü sorgulardık… Sorbonne’da Sartre ve Simone’un akıl almaz ilişkisini konuşurduk seninle… Birbirinde büyüyen, birbirini besleyen iki ruhu…  Aşkın felsefesiyle şaşırırdık yolumuzu, gönüllüce…

Louvre’un görkemli ve unutulmaz dehlizlerinde meşhur tabloları aramalıydık elimizde bir müze haritasıyla… Milo Venüsü önünde diz çökmeliydik aşka ya da Apollon Galerisi’nde… Süslü, altın yaldızlı, freskli odalarda inanmalıydık sevdaya…

Notre Dame’ın çan sesleri arasında kaybolurdu ilan-ı aşkımız… Seine Nehri’nin kıyısında bulurduk onu nefes nefese… Fransız bayrağının üç rengiyle sarılırdım sana: Mavi, beyaz, kırmızı. Umut, umut, umut…

Sakin bir yaz gecesinde Paris’in büyüleyici bir cadı gibi ruhu ele geçirişine şahit olmalıydık Arnavut kaldırımlı sokaklarında kaybolurken… Hafızamızda bir Woody Allen Paris’i… ‘Midnight in Paris’… Romantik, şaşırtıcı, sımsıcak ve cezbedici…

Black Mirror’dan fırlamış bir yakın gelecekte zaman-mekân bükülürdü seninle. Geçmiş ve geleceğin tüm olasılıklarının hesaplanabildiği bir yapay zekâ programının içinde bulurduk kendimizi. Paralel evrenlerde binlerce farklı senaryo arasından en beğendiğimizi seçip alırdık… Ve elbette bu olurdu dizinin en çok izlenecek bölümü…

Işıkların istilası altındaki Eiffel’i izlemeliydik seninle, ellerimizde Fransız şarabı… Ve Maupassant’ın kulaklarını çınlatmalıydık, kuleye nefretini ayıplayarak…

Saatlerce yürürdük Paris sokaklarında zamana aldırmadan… Kulağımızda tatlı bir Fransız şarkısı: ‘Une Belle Histoire’… Hint Avrupa dil ailesinin en güzel ve şımarık çocuğu Fransızcanın büyüsü üzerine uzun uzun sohbet ederdik… İnsanı hayranlık uyandıracak biçimde etkilemesi ve ruhu tatlı tatlı okşaması üzerine nutuklar atardık. –Tatlı dilli bir yılan gibi yuvasından ettiği sömürge ülkelerini de böyle baştan çıkarmış olmalı.– Dilin marifeti… Ve biz aşkın hegemonyasına sorgusuz sualsiz girmeyi göze alarak bu dili öğreneceğimize yeminler ederdik tabii ki… Aşkı en iyi bu dille anlatacağımıza inanır gibi…

Dünyanın her yerine giden Fransız metrolarında bulurduk birbirimizi… Trenler örümcek ağı gibi sararken şehri… Kim bilir belki son durakta Patrick Suskind’e rastlardık. “Koku”nun dayanılmaz cazibesine… Bizi ve aşkımızı hapsetsin diye bir parfüm şişesine, vazgeçerdik ölümlü bedenlerimizden. Bedeni öldürür, aşkı ebedi kılardık hiç düşünmeden. Çünkü koku, belleğin en derinlerindeki hatıradır.

Seninle Paris’te karşılaşmalıydık yıllar önce, yerle bir edilmeden yüreklerimiz. Bir Monet tablosunda yeşerirdi aşkımız. Aşkın başkentinde, Paris’te mühürlenirdi ruhlarımız sonsuza dek…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar