İNSANIN HALLERİ

– ADANA –
İsmin beş, maddenin üç hali vardı. İnsanoğlu ismin en çok yalın haline yakışıyordu. Tekilliğin, eksiz ve bağsızlığın gücünde tamamlanıyordu. Ve insan ham bir maddeydi. Maddenin üç halini de benliğinde taşıyordu: Katı, sıvı, gaz… Halden hale geçerken değirmende öğütülen buğday misali, sapından, çöpünden ayrılarak kendinin en verimli ve bereketli haline dönüşüyordu.
Çocukluk; bazen bir erik ağacı, bazen bir asma dalı, bazen de unutulmuş sandığımız uzak bir hatıraydı. Hiçbir zaman yakalayamayacağımız hızlı bir tren gibiydi. Çocukluk; elimizden kayıp giden, ardından bakakaldığımız uçan balonumuzdu. Çocukluk, çocukluğumuz… Henüz insanın maddeye dönüşmediği, ilk özdü.
Çocukluk elbisesini çıkarıp da gençlik kaftanını giyince insan; maddenin ilk hali, katı haline dönüşüyordu. İnsanın katı hali; dünyaya ve her şeye kesin bir reddedişle baktığı, bakışının yeri göğü deldiği haldi. Eğer bu hal bir şiir olaydı Didem Madak’ın ‘Ah’lar Ağacı’ndan dökülen dizeleri bu delişmen hali şifre çözücüsüz ve alt yazısız anlatabilirdi:
“Bir zamanlar kendimi/ bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım./ Kaç metredir benim yokluğum?/ Benden daha çok var sanmıştım./ Benim yokluğumdan dünyaya/ bir elbise çıkar sanmıştım.”
Zaman, güneş ve bilgi bu katı insanı eritip sıvıya dönüştürürdü.
İnsanın sıvı hali… Olgunluk çağı bir akma, yolunu bulma, dokunabildiği her şeye değip “Ben buradayım, görün beni” deme haliydi. İlk Çağ Roma’sına benzerdi. Kolezyum’u, gladyatörleri, efendileri, köleleri, yazıcıları, rahipleri, cadıları ve cellatlarıyla kıvrak, ateşli ve büyüleyici güzellikte bir kadın gibi ama bir o kadar da vahşi ve yırtıcı bir hayvan gibiydi insanın sıvı hali. Coşkun seller gibi aka aka, kar suyundan eriye döküle tatlı suya dönüşmesiydi. Bu hal, zamanın eğlenceli hayhuyunda bir göz kırpışı kadar çabucak gelip geçerdi.
Gaz hali, insanın yok haliydi.
“Duvardaki yangın düğmesini/ örten cam parçasıyım/ kurtuluşun olacaksa/ hiç düşünme/ ayakkabının topuğuyla/ kır beni” diyen şairin bilgeliği, razı oluşu ve teslimiyetiydi.
Âdemoğlunun kendini tüm iyi ve kötülerden, zevk ve heyecanlardan, korku ve ümitlerden damıtarak dağın doruğunda âlemi seyrettiği haliydi. Zaman ile birlikte bir ağaç altında Buda’yla, Hira’daki Muhammed’le, balığın karnındaki Yunus’la, elinde iğnesi İdris’le, darağacındaki Pir Sultan’la ve “Ene’l Hakk” sözünün keskinliğinden derisi yüzülmüş Hallac-ı Mansur’la kâinatı izleyen gaz hali, insanoğluna en yakışan haliydi. Bu hale erişenin başka bir hale geçmesi de mümkün değildi artık.
Bu hal, “Ben bu dünyaya ait değilim” diye bağıranların ceplerinde saklıydı. Kendini çarçur eden yitik ruhların, bir Nebula gibi ölmüş bir yıldızdan geriye kalan tozların en mütevazı haliydi. İnsanın en iddiasız biçimiydi. İddialı olmak kesinlik ve keskinlik ister, ispatı gerektirirdi her daim. Nebula âdem, kendini kendine bile ispata mecalsiz bir zihniyetten mustaripken bir ‘hiç’ olanın ispatı zaten mümkün değildi.
İnsanın gizli bir hali daha vardı ki – maddenin ötesinde, manaya daha uzak bir yerlerde – kendinden bile saklamak isterdi. Tereddüt hali… Âdem tereddütten ibaretti. ‘Acaba’lar prensi, ‘Başka türlüsü de mümkün müdür’lerin müdavimi. Medcezirlere tutulmuş kararsız duygularından şiddetle şikâyetçi. Bu hali insanı en çok yoran ve oyalayan haliydi.
İsmin beş, maddenin üç, insanınsa türlü türlü hali vardı. Tüm bu haller içinde insan en çok “yok” halinde insan olmaya yaklaşıyordu. İdris Peygamber’in elinden çıkmış gibi vücuda ve ruha tam oturan bu hal, insana bir “eşref-i mahlûkat” hırkası gibi yakışıyordu.