YAŞAM 

İNSAN OLMANIN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI

Önce sesini bir kuyunun dibine hapsetmek istedi ve tüm sözcüklerinin ağırlığından kurtulmak… Sonra evrenin baş döndürücü bütün kokularından uzaklaşmak istedi; ona sevdiği ne varsa anımsatan, hafızasının en derinlerinde sakladığı bin bir çeşit kokudan…

Derken; dünya yüzünde tadına vardığı ne kadar lezzet varsa dilinden söküp atmak istedi. Diline değen, onu büyüleyen ya da tiksindiren bütün tatları ardında bırakarak kaçmak istedi.

Sonra gözlerini güneşin parıltısında soldurmak istedi; gördüğü iyi veya kötü; güzel ya da çirkin ne kadar görüntü varsa göz bebeklerinden sonsuza dek silmek istedi.

Ve en sonunda ona yaşadığını duyumsatan sıcağı, soğuğu, pürüzsüzlüğü, ürpertiyi, karıncalanmayı, içinde kelebekler uçuşturan tüm hisleri toprağa gömmek istedi. Ancak böyle kurtulabilirdi insan olmanın büyük kederinden, derin ıstırabından; öyle inandı.

Peki, kalbindeki onulmaz sızıyı, içindeki akıl almaz boşluğu ne yapacaktı? Hangi bilinç, hangi nesne kaldırabilirdi bunların ağırlığını? Ne taşın azimli kararlılığı, ne suyun şifacı eli, ne ağacın derinlere inen kökleri ne de toprağın kadim bilgeliği vardı insanda. İnsan bu evrenin bir parçasıydı ama evrendeki her şeyden çok farklı, çok ayrı…

Olmadı; vazgeçtiği tüm duyularını yeniden çağırdı, topladı. İnsan olmanın, yaşamanın nefes almanın, üşümenin, görmenin, koklamanın, kanamanın, yaralanıp iyileşmenin tadını yeniden arzuladı. Katlanılmaz, kaldırılmaz ağır yüküne rağmen insan, “insan” olmayı diledi. Çünkü yaşamak, var olmak; dünyanın tüm kederine ve insanın sırtlandığı bütün yüklere galip geliyordu. Şairin de dediği gibi “yaşamak bir at gibi huysuzlanıyordu”.

İnsanoğluna bahşedilmiş tek ve biricik hayatın hakkını verebilmek dileğiyle… (Her şeye rağmen…)

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar