TOPLUM 

HÜMANİZMİN ÇAĞLAYAN SESİ, MİSTİZMİN PARILDAYAN GÜNEŞİ: MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ

Sekiz asırdır gönülleri aşkla yıkayan, derin ilmiyle çorak zihinleri yeşerten büyük din âlimi Hz. Mevlana bu dünyadan göçeli 751 yıl oldu. O, ölüm gününü “şeb-i arus”, yani düğün gecesi olarak nitelemiştir.

Ölüm; sevgiliye kavuşmak, ayrılık acısının sona ermesi, gerçek vuslata erişmektir.

Bişnev in ney çün şikâyet mî küned,/Ez cüdâyîhâ hikâyet mî küned.” (Şu neyin nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle./ Onun feryadı ayrılıkların hikâyesidir.)

Çünkü Mevlana’ya göre insan bir neydir. Nasıl ki ney kamışlıktan koparılıp getirilmiştir, insan da gerçek vatanından dünyaya atılmıştır. Kamıştan ses çıkarabilmek için içini oymak ve ona üflemek gerekir. Tıpkı Yaradan’ın, ruhundan üfleyip insana can vermesi gibi… Ney ayrılığın şikâyetini dile getirmek için inleyip durur; insan da hep vuslata ermenin hayaliyle yanıp tutuşur.

Perdenin arkasını görebilenler için dünya âleminde yok oluş bir son değil, uzun bir filmin fragmanı gibidir. Asıl başlangıç ebedi hayata uyandıran “ölüm”le gerçekleşir.

Büyük Rumi’nin bu maksadını anlayabilmek biz materyalist dünyalılar için bir hayli güçtür doğrusu.

Platon’un “mağara alegorisi” bu mistik bakış açısının felsefi bir tezahürüdür. Kimi insanlar zincirlendikleri karanlık mağarada duvara yansıyan gölgeleri gerçeklik olarak bilirler. Bu fenomenler âlemidir. Oysa mağaranın çıkışına yönelebilenler idealar âleminde hakikat güneşi ile aydınlanır, gördükleri gölgelerin birer yanılsamadan ibaret olduğunu anlarlar. Çünkü hakikat, gerçeğin ötesindedir. Bunu ancak doğru yerden bakanlar görebilirler.

Mevlana’nın öğretileri ve mistik felsefesi Farsçanın büyülü tınısı ile gönüllere şifa olmuştur. Onun sesiyle onu anlamak, kâinatı onda izlemek dalga dalga yayılan bir huzurla kurak toprakları yeşerten bir ırmakta yüzmek gibidir.

Denizi bir testiye dökersen ne kadar alır? Bir günün kısmetini” diyebilen Mevlana’nın bu kanaatkâr sesi hangimize ulaşabiliyor bugün? Yetinmeyi bilmeyen aç ruhumuz, doymak bilmeyen iştahımız “bir lokma bir hırka” düsturuyla dünyadan el etek çekerek ömür geçirenleri ne kadar anlayabiliyor?

Nefsi tüm dünyevi arzulardan arındırıp Hakk’a yönelmek, insan-ı kâmil olmaya niyet ve gayret etmek herkesin harcı değildir elbette. Hakikati bulmak için yola koyulanlar; sarp geçitlerden, dikenli yollardan, çamur ve balçıkla kaplı deryalardan geçeceklerini bilirler. Bu engellere takılanlar dünya cehenneminde debelenip dururlar. Aşabilenlerse “ilahi aşk”ın nuruyla hemhâl olurlar.

Dervişlik bir ateşten elbisedir; yanmadan, yok olmadan menzile ulaşılmaz.

Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kâinatı yarattım” hadisini kendisine yol haritası tayin eden tasavvufçular pek çok dönemde tam anlamıyla anlaşılamamış, bu nedenle de zındık ilan edilmiş ve öldürülmüştür.

Ene’l Hak” sözüyle tanrılık iddiasında bulunduğu öne sürülen tasavvuf ehlinin öncülerinden Hallac-ı Mansur’u idama götürenler, keşke ondaki derin ilahi aşkın ateşini görebilselerdi…

Aşkın efendisi Mevlana’dır oysa, aşkın ta kendisidir. Şems ile aşkın gerçek manasına ermiş, içindeki mücevheri onun ateşiyle parlatmıştır. Şems kendi ruhundan alev gibi bir ruh üfleyip bu büyük din âliminde büyük bir etki yaratmıştır. Yüzlerce yıldır bu iki ruhun birbirine tutkunluğu çözülemeyen bir gizemdir.

Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” diyen bu tuhaf derviş Mevlana’yı halkın bağrından kopararak yürekleri alt üst etmemiş midir?

Yüzlerce yıllık bu büyük gizem pek çok roman ve hikâyenin de temelini oluşturmuştur. Mevlevi geleneğinden beslenen Elif Şafak, ‘Aşk’ adlı romanında Şems ile Mevlana’nın aşkını “40 kural” kurgusu içinde dile getirir.

Aşkın hiçbir sıfata ve tanımlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde.

Ney misali ya gurbette ya vuslatta… Merkezde kalabilene ne mutlu…

Ne yöne gidersen git – Doğu, Batı, Kuzey ya da Güney, çıktığın her yolculuğu içine doğru bir seyahat olarak düşün! Kendi içine yolculuk eden kişi, sonunda arzı dolaşır” diyen Elif Şafak’ın; insanın özündeki cevhere ulaşmasını, gerçek bir ilahi yolculukla eş değer tutması tasavvuf geleneğinin önemli bir yansımasıdır.

Temeli 14’üncü yüzyıla dayanan Hümanizm anlayışının ilk mühendisi şüphesiz Mevlana’dır.

Biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız din üzerinde sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır.

Pergel metaforuyla ne de güzel kucaklar tüm insanlığı! O, “İnsan, eşref-i mahlûkattır” anlayışını hümanizmin doruklarına ulaştırmış; her dilden, milletten insanı kucaklayıp birliğin ve hoşgörünün timsali olmuştur.

Her ne kadar bir başkasına ait olduğu öne sürülse de Rumi’nin derin felsefesine tam oturan şu çok bilindik sözleri de eklemek isterim.

Yine gel, yine gel! Kim olursan ol, yine gel! Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel! Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!

Büyük Rumi’nin yolunda, hakikat yolculuğunda menzile erişmek isteyenlerin aşkla yanan pervaneler gibi yana yana, döne döne Hakk’a kavuşması ümidiyle…

Mistizmin ve hümanizmin parıldayan sesinin kurumuş gönüllere şifa olması dileğiyle…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar