HİÇ

– ADANA –
İnsanlar ‘olmak’ için ne yapar? Kendini inşa mı eder, canının istediği gibi kurgulayıp uydurur mu?
Peki, insan kendini inşa ederken hangi malzemeyi kullanır? Hüzün, neşe, acı, şehvet, sadakat, dürüstlük? Yüzlercesi sıralanabilir. Peki, ya neyle yükselecek bu insan denen bina? Harç olmadan ne kadar yükselecek?
İnsan, Yüce Yaradan’ın “Ol” deyip olmasıyla düşer ana rahmine ama insanın olması, gözüne bir avuç toprak atılıncaya kadar devam eder. “Oldum” diyen ham yemişlerin en acısıdır. Yaşarken “Öldüm” diyebilense yaşamın en üst basamağındadır. Ve insan bir yolcudur. Yolda olanınsa “olmak”la ilgili bir derdi yoktur.
Ben de “Oldum” diyen var etmeyenler zümresindendim. Kendime dışarıdan baktım ve gördüğümden hiç memnun olmadım. Kendimi görmezden gelmeliydim herkes gibi oysa. Yapamadım. Ben de kendimle aramı açtım.
Otu çek, köküne bak demişlerdi. Baktım. Köksüz ve bağsız bir boşlukta duydum kendimi. Yutkundum. Mensurla manzum arasında sıkışıp kalmış dizeler gibiydim. Ölçüsüz, uyaksız, anlamsız buldum kendimi.
Yaşı altmış üçe varınca “Peygamberimden daha uzun yaşayamam şu yeryüzünde” deyip kalan ömrünü yeraltında tamam eden hikmetli Yesevi gibi adanmış bir yaşam süremedim. Ve koskoca filozof Diyojen’e bir fıçı yeterken koca dünyaya sığamayan kendime hayretler içinde bakakaldım.
İnsanoğlu malzemeden çalınmış bir ruhu tanıyabilir miydi? Yoksa gözünün önünde yerle yeksan oluncaya dek fark edemez miydi? İşte ben, çerçöpten ibaret benliğimle; kumundan, demirinden çalınmış haletiruhiyemle bir anda, kimselere sezdirmeden çöküp kaldım, toza dumana karıştım. Herkes tam oldu da bir ben yarım kaldım.
İnsanın samimiyetti en sağlam harcı. Yürekten gelmeyen hiçbir şey gerçek ‘ben’i inşa edemezdi. İçtenlikle yapılmayan her şey tarumar olmaya mahkûmdu. Tüm samimiyetimi Bermuda Şeytan Üçgeni’nde yitirmiş olmalıyım. İçtenliğimi ise safran sarısı bir sonbaharın içine gömmüştüm bir zamanlar… Ruh inşaatımın çürüklüğü ondandı.
Sonbahar bir lanetti. İki doğum bir ölüm sığmış bir ekimden de zaten kimseye hayır gelmezdi. Ben de kışa sevdalandım. Ocak ayazının içimin yangınına şifacı olmasını umarak… Isınmak için doğru mesafeyi ayarlayan kirpiler kadar bile olamadım, her yanıma dikenler battı. Olmadı. Başka mevsimler de bana göre değildi. Elimde tabut tabut ölülerle mevsimsiz ve zamansız kaldım. “Öldüm” demem gerekirdi oysa, diyemedim. Kendimle olmamışlığım arasında arafta kaldım.
Kendimi eksilte eksilte hiç olabilmenin sonsuz konforuna yaslanmak istedim. Tüm masivadan vazgeçip ruhun çoğulluğunda doymak ve olgunlaşmak… – Ham kimse Allah’ın sopasıdır, derler. Ve insanın çiğ olanı kadar mideye oturan başka bir şey de yoktur. – Pişmek istedim o yüzden. İnsanı, eşyayı, hayali ve umudu, yani insana ağırlık verip bu dünyaya bağlayan her şeyi eksiltmeyi, ruhu doyurmayan her şeyden vazgeçebilmeyi diledim. Sade ve basitliğin çokluğuyla zenginleşmeyi istedim. Mecburiyetleri, ‘ama’ları, ‘mutlaka’ları, ‘şimdi ne derler’i falan çöpe atmalıydım ve insanı ağır bir yük gemisine dönüştüren her şeyi denize dökmeliydim. Kervanın yükü ne kadar ağırsa yol o kadar uzardı. Yolda olanın menzile varabilmesi için yol olması, yani yok olması gerekirdi, bilirdim.
Kendini inşa etmeye adamış olan insan, zaman zaman kendine fezadan bakabilmeliydi ki zerre-i miskal kadar bir ağırlığı, gücü ve önemi olmadığını hatırlasın. ‘Mavi Soluk Nokta’da ne kadar az yer kapladığına hayret ederek uzun süreli belleğinde saklamalıydı bu ruh kurtaran bilgiyi ve arada arşivden çıkarıp çıkarıp bakmalıydı. Çünkü insanoğlu, her daim genişleyen uzay boşluğunda koca bir “yok”tan ibaretti. “Hiç” olmak insanoğlunun “Oldum” diyebilmesi için elzemdi.