HAFRİYATIN HARFLERİ
– ADANA –
Dikkat, dikkat! Ruhumun derinliklerinde bir hafriyat çalışması yapılmaktadır. Lütfen, yaklaşmayınız!
Bir süredir bir kazı çalışmasıdır sürüp gidiyor içimde. Sakin, sessiz, acelesiz… Doğrusu kayda değer bir şeyler var mı, bilmiyorum. Çünkü ruhumun kabuklarını soymuş, başucuma koymuştum. Sonra da kimselerin inanmayacağı bir masal uydurmuştum. Oysa katman katman bir antik kent varmış içimde, bilmiyordum.
Bir mabet, bir okul, bir amfi ve bir nekropol… Kimin kalıntıları bunlar? Benim değil. Kim, ne zaman inşa etti bunları ruhumun tam ortasına? Belli değil.
Şehrin kapısında henüz kimsenin çözemediği ölü bir dilden kalma bir dize yazılıydı. Bunu tanıdım; çünkü tırnaklarımla ben kazımıştım.
“Aşkı gördüm ama tutmadı senin yerini” diye yazıyordu. Okudum ve yeniden unuttum.
Çünkü insanın hayatı temelde ikiye ayrılıyordu: aşktan önce ve aşktan sonra… Bir milattı aşk, çağ açıp çağ kapatan. Oysa “aşkın tüm çağlarından” geçip gelmiştim bu kente. Anımsadım ve yeniden sildim belleğimden.
Büyük kentleri hep ürkütücü bulmuşumdur. Küçük, sessiz kasabaların insanıyım ben. İçimdeki bu koca kent korkutuyor beni. Derinlerden de korkarım çünkü. Yüzmeyi bile öğrenemedim bu yüzden. Boğulmak en büyük kâbusumdur çünkü. Oysa yalnızca su boğmaz ki… Derin düşünceler, terk edilişler, yok sayılışlar ve yalnızlık da boğup öldürebilir bir insanı.
Ben elbette “yalnızlığın başkenti”nde yaşadığım için ondan asla şikâyetim olmaz. Çünkü yalnızlığın özgürlüğüne ve konforuna kavuşanlar için kalabalıklar içinde olmak bunaltıcı, sahte ve yorucudur. Derinlerde el değmemiş bir alan yaratmak, ruhunuzda örselenmemiş, delik deşik edilmemiş bir yer bulmak büyük bir marifet. İnsanın kendisiyle baş başa kalabilmesi, sınırlarını kendisinin belirlediği güvenli alanlar içinde yaşayabilmesi ve üçüncü şahısların saldırılarına maruz kalmadan, bilinçli ve özgür iradesiyle seçtiği dünyasına çekilebilmesi büyük bir lüks bile sayılabilir.
İkinci el dükkânlardan alınan eşyalar gibi içinize sinmeyen sahte ilişkiler kurmaktansa yalnızlık imparatorluğunda kendinizle konuşmanız çok daha sahici bir iştir. Ben de bu yüzden kendi küçük dünyamda, tüm dünyadan uzak derin bir inzivaya çekilmiştim. Ama şimdi ruhumda hiç tanımadığım insanların elleri dolaşıyor, kirletiyorlar yalnızlığımı.
Hani sessiz sedasız yaşayıp geçecektim bu dünyadan? Neyin nesi bu kalıntılar şimdi? Hiç de memnun olmadım bu hafriyattan.
Şimdi, lütfen çekin ellerinizi ruhumun derinliklerinden. Bulduğunuz her ne varsa yakılıp yıkılsın. Hükümsüz ve bedensiz kalsın her şey. Nereden çıkardınız geçmişin izlerini saklamak istediğimi? Bırakın, her şey gömüldüğü yerde öylece kalsın. Zaten belli ki nice yangınlardan, yağmalardan arta kalmış bu virane şehir. Siz de öylece bırakın gitsin.
“Ölüler ki bir gün gömülür/ içimizdeki ölüler/ dışımızdaki ölüler…/ İnsan yaşıyorken özgürdür…/ İnsan/ yaşıyorken/ özgürdür…”
Ne var ne yoksa gömülmeli zamanın unutkan belleğine. Ancak böyle erişebilir insan mutlak özgürlüğüne.
Yok edin içimdeki bu antik kenti. Sesim çatlak duvarlarına çarpıp yankılanmasın; ruhumun sessiz boşluğunda dağılıp gitsin.
“Bir gün nasılsa bütün acılar eskiyecek/ yüreğini kurtar” demişti ya şair; işte, tüm eskimiş acılara derin bir mezar olmalı bu kent, hepsinin izleri sonsuza dek silinmeli.
Bu hafriyattan geriye tek bir taş, tek bir harf bile kalmamalı, yok olup gitmeli.