YAŞAM 

GÜZ DELİRMELERİ

Yok, o zamanlar delirmemiştim daha. Durup dururken avuçlarım kanamıyordu. Gökteki ak sakallı dede hâlâ gülümsüyordu bana. O zamanlar değildi, daha sonra, çok sonra oldu olanlar.

Bal sarısı bir güzdü. Saçlarımı dağıtan soğuk rüzgârlar eserdi. Kuru bir yaprak gibi nereye gideceğimi bilmediğim bir zamandı. Yapayalnızdım. Teninin bozuk patikalarında bir yol bulmak istedim. Soğuk bir cumartesiydi bakışların, gülümsemen gölgeli… Yarı aydınlık, yarı karanlık… Oysa ben apaydınlık gülerdim, ışığa keserdi her yer. Senin karanlığın bile… Bir türlü ilkbahara erişemeyen kara iklimlerin vardı; ayazı bol, güneşi az. Ama ben, benden ikimize dört mevsim çıkar sanmıştım. Yanılmışım.

İçimdeki putları devir… Elindeki baltayla…

Bu kırılan neyin sesi? Kan mı kemik mi? Hangisi daha çok yaktı canımı? Tozu dumana katıp yok olan hayallerim mi?

Güz sonunun telaşsızlığı vardı yüzünde, bozkırın genişliği, beni sığdıramadığın hani… Yüzüne kış güneşi vursa eritirdi öfkemi… Bilirdin… Ondan mıydı hoyratlığın, yürek vuruşlarıma kayıtsızlığın?

İkinci konuşmamda sen diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam diyen Bay C’ye inat, altı kalın kalın çizilmiş bir ‘biz’ içindi tüm alt yazılarım. Senin ana diline özeldi.

Yok, daha o zamanlar delirmemiştim. Badem ağaçlarının çiçeklendiğini görebiliyordum, gözlerim yanmamıştı daha. Kuşların şarkısını, otların cıvıltısını duyabiliyordum. Vazolarım bomboştu o zamanlar, ölü çiçeklerle dolmamıştı. Ben de eski bir kitabın arasında unutulmamıştım bir sarı papatya gibi. 

Âmin denmeyecek bir duaydık sanki. Hayra yorulmayacak kadar sıkıntılı bir rüya… Suya anlatıp geçtim. Ama geçemedim senden.

Sonucu hep yanlış çıkan bir denklemdik. Bir türlü denk gelemedik. Çarpan sen, çarpılan ben… Bölen sen, bölünen ben… ‘Biz’ çıkmadı bir türlü bu yanlış yoldan gidilen problemden.

Gönlümü put sanıp da kıran kim?

Susturun şu şairin sesini. Kırılmadık yerimiz mi kalmış, Allah aşkına? Gönül kırgınlığının esamesi bile okunmuyor nicedir bizim çıkmaz sokakta.

Hayır, delirmemiştim henüz. Belleğin çöplüğünden haberim yoktu. Çerçevelerim yanık fotoğraflarla dolmamıştı daha. Sen vardın tüm anlarımın içinde. Gönlümün yer çekimi kanunuydun; bir ben bir de evren sana boyun eğiyorduk koşulsuz.

Vurma kazmayı Ferhaaat/ he’nin iki gözü iki çeşme…

Hüznün mü hüsranın mı he’si bu? Vurdukça vurdun kazmayı en derinlerime.

Dağın içinde ne var ki güm güm öter.

İçimdeki dağ güm güm ötüyordu. Bir tek ben duyuyordum.

Parlak bir balon verdin elime; süslü, rengârenk… Çocuk ruhum havalara uçtu. Sonra balonun havası söndü, elimde içimi burkan bir uzun iple kalakaldım. Ruhum alev aldı.

En uzun geceye dair bildiklerim coğrafya dersiyle sınırlıydı daha. Beni terk edeceğin günden habersizdim. Delirmemiştim daha.

Aşkımızı bir oyun sanıyordum. Kaçan sen, kovalayan ben… Bu iki kişilik oyunda ebe olmaya dünden razıydım ben. Başladım bir tekerleme söylemeye:

Aç kapıyı bezirgân başı, kapı hakkı ne alırsın ne verirsin, arkamdaki yadigâr olsun yadigâr olsun, bir sıçan iki sıçan üç demeden kapana kaçan…

Bezirgân kapıyı açmadı. Sonra da oyun bitti, sen gittin. İşte o zaman delirdim.

Olacak olan oldu, kıyamet koptu. Yer sarsıldı, gök boşandı. Ben böyle bir yağmur görmemiştim. Evren bir kül bulutuna dönüştü. Tüm ozanların ezgileri, şairlerin dizeleri, bilgilerin sözleri dalga dalga silindi.

Ölüm, tüm yaratılmışların ortak kaderiymiş, öğrendim. Bir güz akşamıydı. Sesler sustu, elimi tutan el kayboldu. İşte ben de o zaman…

Ölüm ansızın, saniyenin bilmem kaçta kaçı kadar kısa bir sürede geliverdi, aramıza serildi. Ölümün böylesine apansız geldiğini, kapıyı çalmadığını, göze görünmeden sinsice, bir gaz sızıntısı gibi canı ele geçirdiğini bilmiyordum, öğrendim. Hep uzak bir türküymüş, hep başkalarına yakışırmış gibi düşünürdüm. Sen benim ölümsüz, mitolojik kahramanımdın oysa. Bir türlü kabullenemedim. Delirdim.

Nicedir hiçbir tanrı konuşmuyor zaten benimle. Lanetlendim mi, ne? Onların yerini durmaksızın konuşup duran çirkin suretli, bet sesli adamlar aldı. Bir susturabilsem onları…

İşte, yine başladılar. Susun, ne olur, azat edin artık beni.

Bir de içimdeki boşluk konuşuyor; aralıksız, satır satır doğruyor beynimi. Artık onsuz olmak istiyorum. Yok olsun içimdeki bu Orta Çağ karanlığı. Bakın, nasıl da kötü kötü bakıyor yüzüme… Öyle arsız, öyle sinsi ki… İstemiyorum artık ense kökümden ayrılmayan bu uğursuzu. Deli ediyor beni. Ama ben çoktan delirmiştim zaten, değil mi?

Herkes tek başına geliyor bu dünyaya ama tek başına göçemiyor. Gidenin ardında bıraktığı boşluk dilleri lâl ediyor, geride kalanı da deli… Sözcükler gelmiş ve gelecek bütün anlamlarını yitiriyor. Azala azala, boğula boğula hiçliğin içinde tarifsiz bir acıyla yapayalnız kalıyor gerideki.

Üstüme yapışan, bir türlü dolduramadığım bu derin boşluktan iğreniyorum. Çıkarıp atacağım içimden. Bu sefer de çırılçıplak kalıyorum, çıplaklığımdan utanıyorum. Yok mu bu utançtan kurtulmanın bir yolu? Ölmek, yok olmak, topraktaki börtü böceğe yem olmak… Taş olmak, toprak olmak belki… Ama illaki hiç olmak…

Hiç olursam seninle bir olur muyuz yeniden?

Bulanık suların ortasından geçiyorum. Dip yok, çamurlu, pis kokulu, insanı kirleten bir su bu. Bu sudan geçmeden karşı kıyıya ulaşmanın olanağı yok mu? Yeniden elini tutmanın imkânı yok mu?

İşte yine içimde bir yer sızladı, gözlerim doldu. Ölmek istiyorum, ölemiyorum. Sesleri susturamıyorum. Yoluma devam etmem gerek, edemiyorum.

Yaşamın, beklediğinin gelmemesi – ki işte:

Senin de gelmeyeceğini bildiğini beklemen olacak” diyor birisi. Avunamıyorum. Deliriyorum, tertemiz deliriyorum.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar