GÜNEŞE GÜZELLEME
– ADANA –
Alacakaranlığın gizemli ve büyülü bir yanı olduğunu düşünmüşümdür daima. Gün ağardıkça çoğalan renklerin pastoral senfonisi ruhuma şifa verir. Güne ilk ışıklarla başlamak, henüz kimselerin bakışlarıyla örselenmemiş göğün –hangi renkte olursa olsun– tüm kullanım haklarına sahip olmak, hiçbir şeye sahip olamayan zavallı, ölümlü hislerimi diriltir, heyecanlandırır.
Suya atılan taşın dalga dalga yayılması gibi hale hale bir huzur, bir erinç ve bir dinginlik yayılır içime. Düzmecedir, geçici ve sahtedir, bilirim ama oyalanırım işte. Tüm o yanılsamaların kucağında bir hakikat aramaya koyulurum. Yaradan’ın benzersiz sistemine hayran öylece güneşin doğumunu izlerim. Onun ilk ışıklarıyla yenilendiğimi, güçlenip sanki ölümsüz bir tanrıymışım gibi heybetlendiğimi ve ışıldadığımı hissederim. Gözbebeklerime değen ilk ışıkla ruhumu yıkar, arındırırım.
Bazen hiç nazlanmadan çıkar ortaya. Bazen utangaç bir gelin gibi yüzündeki tülü ağır ağır çıkarır, kutsal bir seremoni gibi. Işıltısını görmek için sabretmek gerekir.
Bazen de meraklı bir komşu gibi bizi perdenin ardından gizlice gözetlediğini düşünürüm. Ve onun kadim bilgeliğinden ürperirim. Zavallı insanoğlunun gündelik yaşamındaki şımarık söylemlerine, küçücük sıkıntılarda feryat figan edişlerine, beyhude serzenişlerine gülüp geçtiğini düşünürüm.
Milyonlarca yıldır belleğinde sakladıklarına rağmen nasıl hâlâ her gün aynı iştah ve kararlılıkla doğabildiğine şaşarım.
Günün hiçbir anı beni böylesine büyüleyemez. Evde yeri hiç değişmeyen eşyalar gibi her saat dilimi de olması gerektiği yerde, olması gerektiği kadar durur ve akıp gider. Ne heyecan ne de umut verir bana bu rutin işleyiş. Bir an önce siyah örtünün örtülüp güneşin günün ağırlığıyla batışını izlemek için sabırsızlanırım. Gece örter çünkü, gizler. Bu vakitten sonra yalnızca gizlenip kaybolmak isterim.
Son karesi gibi:
“Red Kit’in/ batan güneşe doğru/ sürerken atımı/ gitme kal demeni bekliyorum/ ama yalnızca/ rüzgâr çekiştiriyor atkımı.”
Biz de Red Kit’in yalnızlığıyla büyüyen bir nesil olduğumuzdan öyle kolay kolay hayata karışamayız. Uzaklara gidip gözlerden kaybolmak tek bildiğimiz yoldur. Güneşin uykuya daldığı o karanlık zaman tam da bunun için biçilmiş kaftandır.
Tüm medeniyetlerin geçmişinde en büyük tanrının güneş olmasına şaşmamak gerek. O, çoktanrılı sistemin içindeki en güzel ve en merhametli tanrı. Aydınlık, gerçeklik ve bereketin simgesi… Ve elbette yaşam kaynağı… Bu arada en acımasız tanrının da zaman olduğunu hatırlatmak isterim. Elinde ateşten kırbacıyla değip dokunduğu her şeyi tarumar eden hani… O da ününü sonuna kadar hak edenlerden doğrusu.
Güneşe tapınanlar, tarihin çok eski zamanlarında kaldı belki ama zaman tanrısının hükümranlığı hiç bitmeyecek gibi. Ama varsın olsun… O muazzam güneş de bir gün sönüp yok olana kadar, “Geceleyin gökyüzünden/ güneş topla benim için” diyen ruhların sesi zamanın aynasında yankılanıp duracak.