YAŞAM 

GÜN BOĞUMLARI

Gün boğumu sabahlarımı anlatmalıyım sana. Üzerime oturan al karısını, karabasanı; ruhuma çöken dağılmak bilmez katran karası sisi… Türkçede bin bir çeşit renk adı varken ben saatlerimi “simsiyah” anlatmalıyım sana. Camgöbeği, çivit mavisi, çingene pembesi, yavruağzı, safran sarısı, çağla yeşili, ateş kırmızısı, leylak rengi… Rengârenk bir öykü de anlatabilirdim, evet. Ama siyahın azameti ve karanlığı öyle büyüleyiciydi ki başka bir rengin bulaşması karanlığın tüm tonlarını gösteren bu gotik tabloyu ucuz bir taklide dönüştürebilirdi. İzin veremezdim.

Her sabah aynı saatte çalan saati susturmadığında başladı gün boğumlarım. O vakit anladım gittiğini, sonsuz bir acının evin tüm duvarlarına sindiğini… Yangının ateş rengi dilini her gün bedenimde gezdirip zift kokan nefesini yüzüme üfleyeceğini…

Gün boğumlarım işte böyle başladı benim. Zamanın, benim ve senin yittiğimiz yerde yani.

Ağır bir sisle örtünmek istedim “bin kocadan arta kalan el değmemiş dul” gibi, İstanbul gibi… Örtünmek istedikçe ruhumdan fışkırıyordu gözyaşlarım, beni bir süs havuzuna dönüştürüyordu. Şehrin meydanında ucube bir seyirliktim. Gizlenemedim.

Kızıldeniz’in bulanık sularında yüzerken buldum kendimi. Henüz Musa’nın asası inmemişti denize. Hâlâ bir yol yoktu, bir yolum yoktu. Mucizelerin gelip beni bulmasını beklemek de ne komikti! Beklemedim, bıraktım kendimi bulanık sulara, boğuldum.

Bir savaş meydanına atılmıştım tanksız, tüfeksiz. Bir haritam bile yoktu. Kehanetlere sığınmaktan başka çarem kalmamıştı. Birisi bir ayna tutuşturdu elime. İskender’in aynası… Oradan baktım bir süre, üzerime gelecek ordulardan sakınmanın bir yolunu bulabilmek için. Geleceğin görünmesi ruhumun azabını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Kırıp parçaladım aynayı. Ağır bir mağlubiyetle yere serildim ama hafiflemedi bile acım.

Yasın bir abecesi vardı, bir edebiyatı ve bir matematiği. Acının sayılarla ölçülebilen bir ‘can yakma’ derecesi vardı. Üç, yedi ya da kırk değildi. Biyolojik sayılardı daha çok. Günün seninle ya da sensiz geçen vakitlerinde çarpılma, bölünme ve eksilmeler yaşıyordum. Toplanmayı unutmuş olmalıyım, dağıldım çünkü.

Bir bayram sabahı örneğin tüm matematik formüllerini geçersiz kılıyordu. İki artı bir dört ediyordu. Rutinin ruh yakıcı işleyişi… Yanımdaki boş sandalyenin hesaplanamaz yüz ölçümü… Sayılar kifayetsiz kalıyordu.

Bayram sabahlarının hiçbir avuntusu yoktu. Karadelik büyüdükçe büyüyor, ben gönüllü olarak çekiliyordum bu girdabın derinlerine. Yok olmak delirmekten daha kolaydı çünkü.

Sayılarla aram iyi olmadığından retoriğin gücüne yaslandım, somut bir acıya dönüştürebilmek için seni. 

Bir kil hamuru gibi şekil verip “İşte, canımı yakan, gün boğumlarımın sebebi bu” demek için. Oysa değil bir heykeltıraş, eline ilk kez hamur almış hevesli bir çırak bile değildim. Sözcükler sessiz bir filmin replikleri gibiydi. Sesler çürüdü, tıpkı bir su gibi. Çuvalladım, sözcükler yetmedi.

Yetersizliğimin uçurumunda bir gözyaşı ustasına dönüştüm. Damla damla süzdüm gözyaşlarımı. Paris yeşili öfkemi damıttım kara sevdamla. Dilimdeki kül tadını kustum. Parçalanmayan zamanın akışında, tam ortasında buldum kendimi; yine çırılçıplaktım. Savunmasız, utangaç ve ürkek…

Bir güz sonatı dinledim. Vivaldi’nin ‘Winter’ıydı oysa favorim. “Şarkıların henüz kimseleri incitmediği” vakitleri düşledim; eskiyi, çok eskiyi. Mevsimlerim birbirine karıştı, tıpkı kördüğüm ruhum gibi; çözülemedim.

Zamanla gün boğumu günlerin cellat parmaklarının arasında yetinmeyi ve biat etmeyi öğrendim; bir de ölmeyi. Kolezyum’da aslanların önüne atılan cesur bir gladyatör gibi savaşmıştım oysa. Şimdi ise beyaz bayrakla kaderin bükülmez kılıcına uzattım kıldan ince boynumu – ki giyotinden daha keskindir, Orta Çağ karanlığımın zirvesinde pek çok kez tatmıştım giyotinin lezzetini, varsın kılıç insindi.

Sana ve herkese anlatmalıyım bu dehşetli karanlığımı. Sonsuza uzayan gecenin ilk karanlığı bu henüz… Oldukça uzun bir romanın ilk satırları… Ama ben ne iyi bir söz ustası ne de bir biliciyim. Kırık dökük cümlelerde kendini sağaltmaya çalışan ve dinmeyen bir yasın peşinden sürüklenen bir iz sürücüyüm. Hepsi bu…

Gün boğumları yaşıyorum gecelerimin alacakaranlık şafağında. Gün boğumları… Katmer katmer yükselen bir hiç olma özlemi içinde… Eşyanın gittikçe belirginleşen çirkin renklerinin soluğunu duyuyorum, bangır bangır bir kavga öncesi sessizliği… Yeni doğan günün ruhuma dolamayan ışıklarıyla yol almak ne mümkün…

Dayanamıyorum… Boğuluyorum… Boğuluyorum…

Hepsi bu…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar