EVLER, MASALAR VE ÖYKÜLER
– ADANA –
“Ev demek pencere demek aynı zamanda. Perdeyi çekersin ve yabancılar cehennetini göremez.” diyor Ayfer Tunç.
“Cehennet…”
Evimiz, mahremimiz, dünyamız, cennet ve cehennemimiz… Kendimizi tüm dünyadan sakladığımız kör kuyumuz…
Nasıl ki her insan kendi evinin sahibiyse sözcüklerle kurduğumuz sihirli dünyada da kendi masal şehrimizin efendisiyiz. Seçtiğimiz sözcüklerle kendimizi yaratırız, hayatımızın tanrısı olduğumuzu düşünürüz. Kelimelerin hem incitici hem sağaltıcı gücüyle her günümüzü yeni baştan yazarız, kurgularız.
Montauk, “Ben kendimi asla anlatmadım, kendimi yalnızca ele verdim.” der. Evet, sözcükler bizi ele verir. O yüzden kimi insan konuşmamayı, yazmamayı, her şeyi içine hapsetmeyi tercih eder. Çünkü korkar; konuşursa içini dışını göstereceğini, yaralarını ortaya dökeceğini, kendini çırılçıplak meydanın ortasına atacağını bilir. Susar, susmak saklanmaktır.
Doğrusu ben saklananlardan değilim. Yazmak; bir iç döküş, bir terapi, hatta bir çeşit itirafnamedir benim için.
Ev demek aynı zamanda “masa” da demektir. Hani şu uzun ve tatlı sofralar kurulan, saatlerce sohbet edilen şenlikli masalar ya da kimi akşamlar tek bir lokma bile yemeden kalkılan kasvetli masalar…
“Adam masaya/ aklında olup bitenleri koydu/ ne yapmak istiyordu hayatta/ işte onu koydu/ kimi seviyordu kimi sevmiyordu/ adam masaya onları da koydu/ üç kere üç dokuz ederdi/ adam koydu masaya dokuzu/ pencere yanındaydı, gökyüzü yanında/ uzandı masaya sonsuzu koydu.”
Megalomanca bir bakış olarak saymazsanız eğer Edip Cansever’in ‘Masa da Masaymış Ha’ şiirini benim için yazdığını iddia edeceğim. Hem onunla hem de Ruhi Bey’le aynı masaya hiç oturmamış olduğumu, hatta aynı yıllarda bile yaşamadığımı söylediğinizi duyar gibiyim. Olsun, ben savımda inatçıyım, benim şiirim o.
Eşyaların ve nesnelerin bizi ele geçirdiği şu kapitalist dünyada “şeyler”den bağımsız yaşamak bir hayli güç. Ama benim masam, nesnelerin ve şeylerin çok ötesinde. Ne koysam üzerine kabul eder başı gözü üstüne. Benim masam, benim dünyamdır. Onun için kitap bile yazsam az gelir.
Gözyaşlarımı, pişmanlıklarımı, ağır ithamlarımı, dikenli sözlerimi, nefretle bakan gözlerimi, kimi zaman zehir saçan kimi zaman bal dökülen dillerimi, sevgi dolu kalbimi, hüzünlerimi, ümitlerimi ve daha neleri koyarım da üstüne hiç ses etmez. Kitaplarımı, kalemlerimi, kahvemi, şarabımı sererim üstüne; seve seve ağırlar beni. Hiç ses çıkarmaz yüklediğim kederlere kaçıp gitmez dertlerimi döktüğümde. Kendimden bile gizlediğim sırlarıma sağır dilsiz kesilir; ele vermez beni, rezil rüsva etmez.
En az benim kadar güçlü ve dayanıklıdır benim masam. Kolay kolay sarsılmaz, kırılmaz, devrilmez. Yüklenir de yüklenir gamımı kederimi, bir of bile demez.
Hepimizin hikâyeleri var; acıları, yaraları, baş edebildikleri ve edemedikleri, sakladıkları, sustukları, görmezden geldikleri, yadsıdıkları, söylemekten korktukları… İnsan olanın türlü türlü öyküleri var. Sanırım en kötüsü bu dünyaya işe yarar bir öykü bırakmadan ayrılmak… Hafızalarda ve gönüllerde küçük de olsa bir iz bırakmadan ve bir yer edinemeden bu yalan âleme veda etmek… İşte, bu gerçek bir trajedi olurdu.
İster perdeleriniz kapalı isterse açık olsun, ister masalarınız kalabalık isterse tek kişilik olsun, anlatılacak öykü çoktur. Çünkü evler, masalar ve sözcükler; hikâyeler yaratmak içindir. Herkesin –sonu her zaman iyi bitmese de– ardında anlatılacak bir öyküsü mutlaka vardır.
“Masa da masaymış ha/ bana mısın demedi bu kadar yüke/ bir iki sallandı durdu/ adam ha babam koyuyordu.”
Fazla şiirden ölen Cansever’in de yükü bir hayli ağır olmalı.
İnsan olmak da masa olmak da kolay iş değildir. Bu dünyanın ağırlığına dayanmak büyük beceri gerektirir.