DÜNYANIN SONUNA YOLCULUK

– ADANA –
Haydarpaşa Garı’ndan kalkan ve dünyanın sonuna giden bir trendeydik seninle. Bavulumuz gam ve keder yumaklarıyla doluydu tıklım tıklım. Dünyanın en güzel şehrini anılarımızda bırakmanın dayanılmaz hüznü ceplerimizde…
Puslu hatıraların sisli unutuşlara gebe olduğunu bilerek çıkmıştık bu yolculuğa. Alzheimerlı sabahlarda, verilen tüm sözleri ve yaşamanın utancını unuttuk. Yola devam edebilmek için unutuş gerekliydi ve insana verilmiş en büyük nimetti. Neden yola çıktığımızı unutup öyle geldik bu tren garına.
Şımartılmamış bir çocuk gibi mahzundu bakışlarımız. Kanadı kırık bir serçe, ayağı topal bir at gibi yarım yamalaktık. Yaşamın tam ortasında, silahsız, üryan, tek başımıza kalakalmıştık. Ahraz acıların çığlığını işiten yüreklerimiz elest bezminden tanışıyordu. Ve işte, yaralı ruhlarımız dünyanın sonuna giden bir tren kompartımanında birbirini tanımıştı.
(1) Duygularımızın değişken algoritmasında bir yol bulmayı umuyorduk oysa tutarsız hislerimiz kendi yatağında sessizce akan nehirler gibi açık denizlere dökülüp derinlerde boğuluyordu.
Genellemeler tehlikeli, kesinlemeler ölümcüldü… Ama biz yine de manastırların kapı arkasına asılmış bekâret yeminleri kadar ulvi sözler verdik birbirimize, sonsuza kadar süreceğine inandığımız bir kesinlikle…
(2) Afyonu patlamamış sabahların sersemliği ve söylenememiş sözlerin ağırlığı vardı avuçlarımızda. Tahribat gücü çok yüksek bir ses bombası gibi tutuyorduk yüreğimizde sözcüklerimizi ve patladı en sonunda. Çünkü her harfin kaldırabileceği bir yük vardı. Biz seninle sessizliğe yazgılanmış ağır mı ağır sözcüklerimizle yol aldık günler ve geceler boyunca.
Vakti geldiğinde eline beyaz bayrağı alıp teslim olmayı öğrenemeyenler gibi mayın tarlasında havaya uçup parçalara ayrılmıştık. Ama adımız hiç yazılmadı büyük enkazlar kitabına. Dağılmış gövdelerimizi toplayıp öyle çıktık bu uzun yolculuğa.
(3) Ruhumuzda geceler upuzunken ışıl ışıl lambaları yanan evler geçerdi tren penceresinden –ki bilirdik– aşkın ve sevginin esamesinin okunmadığı, yalnızca çiftleşmek için bina edilmiş kulelerin dar odalarına sıkıştırılmış, yanan bedenlerin ateşiydi o sarı-beyaz salon ışıkları. Biz yine de pencerelerimizi hep açık bıraktık “Gök dolabilir içeri” dedi diye birileri. Biz, haddeden geçip incelmiş ümidimizle bindik bu trene.
“Usulünce görülmeyen her şey hortlar” diyenleri haklı çıkardık tüm vagonlarda Walking Dead’den fırlamış hortlaklarımıza rastlarken. İçimizde öldüremediğimiz, vedalaşamadığımız tüm hayaletlerle dünyanın sonuna doğru ilerledikçe bu mezarlıksız ölülerimizle ne yapacağımızı bilemeden kıyametin gelişini bekledik el ele. Ama kopmadı hiçbir şey…
(4) Bu dünyayı değil ama yolumuzun üstünden geçen tüm insanları sevdiğimizi düşündük nihayet dünyanın bittiği yere geldiğimizde. Ama en çok yalnızlıklarımızı ve acılarımızı… Ölülerimizi bir de ve hortlaklarımızı.
Uzun ve sıkıcı bir sanat filmine benzeyen hayatlarımızı… Belleğimizin karanlık mağaralarındaki duvarlara çizdiğimiz hiyeroglifleri – ki hâlâ şifresini kimseler çözemedi, en çok onları sevdiğimizi düşündük.
(5) Ve sonunda aforizmaların büyülü avuntusuna bağladık yüreğimizi. Büyük Sartre’a hayranlık duyarak cehennemin başkaları olduğuna iman ettik seninle. Başkalarının elinden kurtararak kendimizi, Alamut Kalesi’nde tanrılığını ilan etmiş Hasan Sabbah gibi kendi cennetimizi kuracağımıza inanarak tutunduk birbirimize. Biz, ikimiz tüm ilahi vaatlerin ötesindeki yeryüzü cennetine, yani kör bir ümide yaslandık, Haydarpaşa’dan dünyanın sonuna giden bir trende…