BEN GELDİM: HÜZNİYE!

– ADANA –
Ben geldim, ben işte, Hüzniye… Cüce ümitlerimi, bodur sevinçlerimi, topal gülümsemelerimi yırtık ceplerime doldurup geldim, serildim gözlerinin önüne. Parasız yatılı düşleri bilinmeze demirlenmiş bir öğrenci tesellisiyle…
Antik kederlerim allı pullu balıklar gibi yağıyordu yıldızsız gecelerime. Gözden çıkarılmış eski, değersiz eşyalar gibi tıktım hepsini bodrum katın karanlığına.
Kasvetli ve tütsülenmiş gecelerden kalma kurumuş ruh ağacımı budayıp öyle geldim sana.
İçimde yedi şeytanın yedisine de boyun eğmiş bir günahkâr oturuyordu. Avuçlarında, kandil gecelerinde elleri semaya uzanmış bir dindar ümidi. Şeytanım en büyük günah keçisiydi. Kristalden kemiklerini un ufak ettim. Külleri sunakta şimdi… Çöl sarısı zamanlardan, incire ve zeytine yemin edip öyle geldim. Ben, Hüzniye, “Hüznüm gündüze dökülse gece olurdu” diyen kadının sesinde geldim, serildim ayaklarının dibine.
Uzun bir yük trenine ne kadar acı ve keder sığarsa o kadarını yükleyip hüznün güncesini tutmaya geldim. Satır satır… Katar katar… Bozkırdan geçen trenlerin kimselere ulaşmayan cılız düdüklerinin çığlığı gibi sesim… Sessizlik acizlik diye bilinir bu coğrafyada, biliyorum. Boyun büküştür, eylemsizliktir. Bağıranlar kazanır çünkü bu uzun kulaklı ucubelerin cumhuriyetinde, çark öyle çevrilir.
Oysa insan, sustuklarında gizlidir, söyledikleri yaldızlı boş bir çerçeve sadece… En çok sessizler haykırır hakikati mührü sökülmüş gönüllere. Ne mutlu onları işitebilenlere…
Geldim şimdi kapına, en güçlü sessizliğimle. İllegal sevda düşlerim izinsiz gösterilerde yara almıştı. Taşlanan, coplanan ve aşağılanan anarşist ruhumda, “Acıdan azade bir yaşam için evrenin diyalektiğinde nasıl bir dünya yaratılmalı?” sorusuna yanıt arıyordum. Zaman ve sınırları aşan bir yaşam düşüyle geldim sana. Ama kapı duvar karşımda…
Oturum izni iptal edilmiş bir yabancıyım kalbinde, biliyorum. Ama benim işte, Hüzniye… Yüreğimi Tour de France yarışçısı gibi sürdüm de geldim sana, nefes nefese… Hüznüm bisikletimin selesinde… Dış ses bağırdı: “Kendi ruhunun ıstırabından yer kalmamış bizimkilere!”
İşte, ben geldim, Hüzniye… Yaşlı bir fahişenin örselenmiş ve pörsümüş bedeni kadar çürümüştü ruhum. Cüzzamlı bir sevdaya tutulmuştum. “Tabiplerde ilaç yoktur yarama / Aşk deyince ötesini arama…” Bu gece tüm türküler benim için çalmalı tüm anakaralarda.
Monarşik bir aşkın gönüllü kurbanıyım, biliyorum, daha ilk devrim ateşinde boynu idam sehpasında vurulacak olan.
Ben geldim, ben Hüzniye… Savaş meydanlarında paramparça olmuş ruhumun etini diktim kemiğime. Ruhuma ruh üfleyip kukla bedenimi hayata döndürecek Geppetto Usta’yı arıyorum. Ölüden diri çıkaran sihirbazı…
Söyledim işte her şeyi…
İtiraf bir boşalma yöntemidir – ki en çok Katolik kiliselerinde çığlığı yankılanır – bulutların üzerine çıkaran orgazmların şahı… Ruh arınır, ten hafifler, can suskunluğa gömülür. İtiraf eden yüklerinden kurtulur.
Acıya tutunmanın uçurumundan aştım da geldim, uzandım gövdenin serinliğine. Rüzgârın nereden estiğinin önemli olmadığı sabahlara uyanabilmek için. Hayatta kaldım bir kez daha göğsünde dinlenebilmek için… Bir sebebe, bir tutkuya, bir rüzgâra tutunmak için… Dünyaya katlanabilmek için…
Haykırdım işte her şeyi…
Acının etimolojisini çıkarmalı, hüznün tutanağını tutmalı ve kederin bilgisini sağmalı yüreklerden. Tarihçilere büyük iş düşecek yakın gelecekte. Yirmi dört bölgesi de işgal altındaki ruhlarımızın etimolojik çalışması yirmi dört ciltlik dev bir ansiklopedi olacak. Ve elbette Meydan Laurosse gibi – kitaplıkların en üst raflarında – sadece tozu alınmak üzere, öylece duracak.
Ben, Hüzniye… Hüznümü ölü mevsimlere ödünç verdim de öyle geldim… Ektim tüm acı ve hüzünlerimi rüzgârın bağrına. Tufandan artakalan suyla suladım. Ümitler yeşerecek biliyorum, ümitler yeşerecek hüznün bahçesinde. Ellerimle diktim, ellerimle, biliyorum.