BAŞKA BİR HAYAT MÜMKÜN

– ADANA –
İnsanoğlu ne zaman yeni bir yaşamı arzular ya da arzuladığı hayat hâlihazırda yaşadığından ne kadar farklı olabilir? Başka bir hayat mümkün müdür?
Okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film ya da gördüğümüz bir resim hem ruhumuzda hem de bakış açımızda rengârenk ve ani bir değişim-dönüşüm meydana getirebilir.
“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar Orhan Pamuk, ‘Yeni Hayat’ romanına ve bizi sihirli bir yolculuğa çıkarır.
Bu, kapağını açtıktan sonra tüm kitaplar için geçerlidir.
‘Alaaddin’in Sihirli Lambası’ gibi her kitabın içinden bambaşka bir cin çıkar. Bizi uçan bir halıya bindirir ve eşsiz serüvenlere daldırır. Bu ne sihirdir ne de keramet… Bu başımıza gelen en hakiki deneyimdir.
Lewis Carroll‘ın “Bu sabah uyandığımda aynı kişi miydim ben? Aynı kişi değilsem sorayım o zaman: Kimim Allah aşkına ben?” sorusu tanıdık geldi mi, peki?
İnsan hiçbir zaman kendisi olamaz mı gerçekten? Tüm hayatını olmak istediği, düşlediği, özlediği, yücelttiği bir ya da belki pek çok “varlık”ın elbisesine bürünerek mi yaşar? Tek bir an bile tam da kendisi gibi davranamaz mı?
İnsan bütün bir ömrünü kendine rastlamak için kendini başka başka hayatlarda ve kişiliklerde arayarak mı geçirir?
Belki de hepimizin içinde bir yerlerde bir Zelig yaşıyordur. Hani şu kertenkele familyasından olan bukalemun gibi girdiği ortamın rengine bürünen, bulunduğu kabın şeklini alan, uyum sağlamaya ya da kabul görmeye çalışırken kişilikten kişiliğe giren Zelig. Ama biz insanlar kertenkele değil, maymun soyundan geliyorduk, değil mi?
Belki de Zelig Sendromu’na tutulmadınız ama bir yeraltı insanısınız. Kendini dünyadan soyutlamış, kendi kabuğunda kozasını ören bir varmış bir yokmuş bir kelebek…
Dostoyevski gibi “Okumaktan başka yapılacak işim, gidecek tek yerim yoktu; çünkü çevremde saygıya layık, beni kendine çekebilecek bir meşguliyet bulamıyordum” diyenler zümresindensinizdir belki de.
Kitaplar… Kuşkusuz en derin sığınaklardır. O dipsiz mağaraya girer ve kayboluruz. Yeniden yolumuzu bulduğumuzda ise bambaşka birisi olmuşuzdur.
Kitaplar bizi yeniden ve yeniden inşa eder.
Konfüçyüs, “Tanrım, bana kitap dolu bir evle, çiçek dolu bir bahçe ver” demiş ya ben de aynısından istiyorum. Âmin…
Peki, ya kitapların yakılıp yok edildiği bir dünya var desem. Sadece televizyon ekranının ve teknolojinin hüküm sürdüğü yoz bir dünya…
Ne korkunç…
‘Fahrenheit 451’de işte böylesi kaotik ve yaşanmaz bir dünya yaratılır. Bir kitap tutkunu olarak bunu düşünmek bile müthiş bir gerilim ve rahatsızlık yaratıyor bende.
Kitapsız kalan toplumlar karanlıklar içinde yok olmaya mahkûmdur. Dilini, edebiyatını, geçmişini bilmeyen, irdelemeyen bir toplumun ilerlemesi beklenemez. Eğer kitapların olmayacağı, okumaktan korkulacak bir karanlık çağ gelecekse bu kıyamet demektir.
Kitaplardan nefret edilen bir çağda yaşamak karabasan gibi bir şey olsa gerek. Doğrusu gitgide daha az okuyan, daha az sorgulayan bir topluma dönüşüyoruz. Bu da acaba bu bilim kurgu türündeki romanda yaşananlar, bir zaman sonra gerçeğe dönüşebilir mi diye düşündürtmüyor değil. ‘Ay’a Yolculuk’ ve ‘80 Günde Devri Âlem’ kitaplarının da yazıldığı dönemde bir fanteziden ibaretti. Oysa şimdi çok sıradan geliyor anlattığı olaylar. Umarım ‘Fahrenheit 451’de kurgulanan olay örgüsü hiçbir zaman gerçeğe dönüşmez. Kitapların olmadığı bir dünyada yaşamayı asla kaldıramam. Çünkü bu âlemi çekilir kılan en çok da bu muhteşem kitaplar.
“Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim” diyen Cemil Meriç mi yoksa ben miyim zaman zaman karıştırıyorum.
Kitaplarım… Hazinelerim… Deniz fenerlerim… Hakiki sevgililerim… En sadık yol arkadaşlarım… İçimdeki “ben”leri bir bir ortaya çıkaran detektörlerim…
Kitapları çok severim. Bir de bana armağan edilmiş, içine not düşülmüş, imzalanmışsa kütüphanemin başköşesine dizerim onları. Elbette zamanla değişir o yoğun duygular ve o an’a yüklenen anlamlar. Önemini yitirir söylenen sözler, kesişen yollar bir gün ayrılır. İşte, o zaman birkaç sözcüğün gücünü ve anlamını saklarım hafızamda. Çünkü “söz uçar, yazı kalır”. Böylece evrende asılı kalır bir yerlerde, kaybolup gitmez yaratılan özel dil.
Çünkü kitapla ve sözcüklerle kurulan bağlar, sonsuza dek saklanmayı hak eder. Böylece başkalarının yaşamı sizinkine düğümlenir.
Bir “rüya”nın peşinden oradan oraya sürükleniyor, bambaşka hayatlar arzuluyorsanız, durmaksızın kendinizi arıyor ve kendinizden yepyeni kişiler yaratmaya çalışıyorsanız kitaplar tam da bunun içindir.
Bir de tabii:
OKUMAK RUHU GÜZELLEŞTİRİR.