YAŞAM 

YALNIZ DEĞİLSİN

Orta yaşlı bir portakal ağacının tam karşısında oturuyorum. Ağacın yaşını kestirdiğimden değil, öyle geçiyor içimden sadece. Onlarca yaprağın içinde tek tük renklenen portakallar… On taneyi geçmez sayıları. Yapraklar, nereden baksan yüzlerce… Sarıp sarmalamışlar kendilerinden olmayanları yapraklar. Koruyorlar, çevreliyorlar. Dinginliği görmeyi bırak, adeta sesi bile geliyor baktığında. Gözlerinle duyuyorsun.

Tam yanında tarihi bir sur, heybetli bir duvar… Yüzlerce taş var. Taş renginde… İrili ufaklı, çelimsizi de var, bir krokiden fırlamış gibi olanı da… Bu sefer koruma altına alınan yapraklar var. “İster buradan, ister şuradan çıkarım” diyorlar taşlara. Gerçi, taşlar da hiç rahatsız değiller. “Buyur, kardeşim, güneş sana en çok nereden yararsa oraya çevir yönünü” diye abilik yapıyorlar. Daha da ileriye gidip şöyle haykırıyorlar gibi: “Işığın en güzelini sunmak için dizildik biz!

Yola çıkıyorum. Yürüyorum. Kalabalık… Bir karo taşına neredeyse beş insan düşüyor. “Önce ben basayım da, başkası dışarıda kalsın” diyenler bile var. Bir de ellerinde sigara ile yürüyenler var. Sanki evinin balkonunda kimse yokmuşçasına tüttürüyorlar sigaralarını. Yanlarından geçen insanları yakma pahasına, umursama kaygısını çok geçmişte bir yerlerde unutmuşlar gibi. Kendilerini de unutmuşlar ki… Ortalarda bir yerlerde… İşte! Öylesine…

Dinlemiyorlar, görüyorlar birbirlerini. Zaten dinlemeyi bilene denk gelmek ne şanstır şu hayatta! Kelimelerin bir bıçakla kesilemeyeceğini bilenlerin olduğu bir çevre, bir ömür… “Kafam biraz dağınık” deyip “Kusura bakma, takip edemedim söylediklerini” diye devam edebilenlerin… Zamanı bir ekşi maya hamuru gibi yoğurmaya çalışmayanların olduğu bir yer. Bir ev, bir ofis, bir kafe, insanın olduğu herhangi bir yer… Geçmişten başlayarak şimdiyi es geçip geleceğe kilitlenenlerin olmadığı… Dinlerken şimdide kalabilenlerin olduğu bir çatı! Sessizliğin eziklik, laf çarpmanın üstünlük olmadığını sonuna kadar kabul edenlerin olduğu bir yer. Yakışmaz mı bu insanlara “el üstünde tutulmak”? Dinliyor kardeşim! Daha ne olsun…

Dinlemekten nerelere gidiyorum sonra. Pek çok şeyi hatırlatıyor.

Tahammülün, sevginin, hoşgörünün, saygının, anlayışın hep diğer bir paralelde bekleyenleri olduğu… Bir kibrit çöpünün alevinde, minicik bir kelimenin ağızdan çıkmasıyla, bir korku anında diğer tarafa geçiveriyorlar. O kadar kolay ki… Arka tarafta dev bir tetik havuzu var. Yıllarca içerisine neler neler atılmış. Bir kavga anında, karşıdakine duyulan öfke; her haksızlıkta içe atılan “hayır”; yolda yürürken minnacık bir kedi yavrusuna atılan tekmenin vicdan azabı… Ve daha pek çokları. İşte, ufacık bir kıvılcımda saman alevi gibi parlıyorlar. Sabır, bundan yüzyıllar önce kalemleri parlatmış ve artık kendine bile ışıksız kalmış gibi. Bir şehrin herhangi bir semtinde, herhangi bir semtin herhangi bir mahallesinde, o mahallenin herhangi bir evinin aynası olur ya hani. O aynalarda işte! Dikkatli bakıldığında tek suretlerin görülmediği, suretlerin ötesinde duyguların artık çok öksüz kaldığı gerçeğinin de görüldüğü aynalarda…

Gördükçe tahammül edemediğim zamanlarda karaladığım şu dizelerim geliyor aklıma sonra:

Güller köklensin mavilerde dedikçe,/ balıklar yedi gülleri./ Zaten balıkların adı bile yoktu. // Ağaçlar kök salsın gökyüzüne dediler,/ bulutlar yağmurları doğurmadı./ Zaten bir kirpikten dökülen gözyaşı kadardı. // Uğraştı beklemek./ Asıl korkuncu,/ bekleyecek bir şey bulamamaktı. // Beklemek!/ Alttan almak!/ Nezaketi unutmamak!

Cenaze evine ilk geldiğinde, “Yemekte neler var?” diye soran akrabalar geliyor aklıma. Cacığına nane, pilavına karabiber istemekle devam edenler… Fiziksel olarak oradadır ama farklı bir boyutta olanlar…

Bazı duyarlılıklar havada asılı kalıyor!

O sırada radyoda, Michael Jackson söylüyor, “You are not alone” (Yalnız değilsin)… Belki bir sevgiliye yazıldı şarkı, belki de anneye, belki de kardeşe, belki de herkese… Tüm insanlığa diye anlıyorum, dinledikçe aradan seçiyorum kelimeleri. “Ne mutlu, bu dünyayı hep birlikte paylaşabiliyoruz, diyene!” diye cümleler geliyor aklıma kitaplardan, dergilerden, herhangi bir mecradan… Sokağını, apartmanını, evini kedilerle paylaşabilene; bebekleri için bir evin balkonunda yapan bir kırlangıca ses etmeyen ev sahibine; dikenini görmeyip çiçeğinin güzelliğini gören bahçe sahibine… Şarkıdaki gibi “Yalnız değilsin!” kelimelerini slogan haline getiren insanlara… Özneyi nesneye dönüştürmeyenlere… Nesneye övgünün de bir sınırı olduğunu bilenlere… Canı yanan bir can gördüğünde şefkatle yaklaşanlara… Canı yakanlarla da sadece nefretini kusarak değil, gerçekten savaşanlara… Suçunu en doğru şekilde adlandırıp en ağır ceza neyse onu almaları için mücadele edenlere… “Yalnız bırakmayanların bir gün mutlaka yüzleri gülecek” diyor şarkıda… “Yalnız değilsin” diye devam ediyor…

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar