TEKNOLOJİ TOPLUM 

SOSYAL MEDYA ASLINDA?

Sosyal medya sayesinde gerçek hayatta belki de hiç karşılaşmayacağımız değerli yazarların, şairlerin, akademisyenlerin sayfalarında çalışmalarını görebiliyoruz. Hem usta hem de amatör fotoğrafçıların çektikleri kareleri görme şansımız oluyor. Hiç denk gelmediğimiz kitapları yakalayabiliyoruz. Belirli konularda kendilerini geliştiren insanların muhteşem hikâyelerine tanıklık ediyoruz. Zaten, bu mecraların da çıkış noktası bu ve şu an aklıma gelmeyen diğer konular.

Tanımadığı insanların sayfalarında olur olmadık yorumlar yapmak, düşüncelerini sürekli çürütmeye çalışmak, kusur avcılığı yapmak gibi şeyler de amacın dışında vuku bulan ama sürekli karşılaştığımız konular.

Geçen hafta denk geldiğim bir örnek: Bir kitap grubunda 20’li yaşlarda genç bir arkadaş kitaplığını paylaşmış. “İşte, benim kütüphanem!” demiş. İki rafın üstünde yaklaşık 20 tane kitap var. Özenmiş, altlarına örtüler sermiş. Altına orta yaşlarda bir bey, “O da kütüphane mi?” diye yorum yazmış. Neredeyse, ebeveyni yaşında birinin bu yorumu çok acı, değil mi? Ne kadar göz ardı etmeye çalışsak da küçümsemek ve hor görmek bazıları için alışkanlık.

Küçümsemeyi ve hor görmeyi alışkanlık haline getiren bu kişilere, ister telefonun ister bilgisayarın klavyesinde yazılırsa yazılsın, klavyedeki harflerin belli bir yere kadar kullanılabilir olduğunu hatırlatmak gerekiyor. İlkokuldayken tekrarlaya tekrarlaya yazdırırlardı harfleri ve cümleleri öğretmenlerimiz. İşte, bu şahıslara da “Haddimi bileceğim, cüret etmeyeceğim, saygısızlık etmeyeceğim” cümlelerini çizgili büyük bir deftere sayfalarca yazdırmak gerekiyor. Yazsınlar ki bir gram daha had bilsinler, cüret edemesinler, saygısız olmasınlar.

Bir de şöyle bir grup var: İnsanların sayfalarında önem verdikleri noktalardan çıkar sağlamaya çalışanlar. Herhangi bir konuda… Bu çıkarlarını masaya atarken de, bir yakını ile konuşuyormuş gibi emir cümlelerini bol kepçeden dökenler… Rütbe eşitliğini, karşısında bir yabancı olduğunu unutarak karşılıklı koltuklarda oturan bir aile üyesi ile konuşanlar…

Konuşma derken kelimelerdeki sesli harf yutucularını da unutmamak gerek sanırım. “Selam” yerine “slm”, “canım” yerine “cnm”, “sen” yerine “sn” diyenlerden bahsediyorum. Hiçbir içtenliği olmayan, hatta üzerinize hakaret olarak da alabileceğiniz “sözcükcük” mü desem, “mini kelimecik” mi, bir tanımı da yok ki…

Murat Daltaban’ın çok sevdiğim bir sözü var. Diyor ki: “Dili yöneten dünyayı yönetir.

Kelimeleri doğru, düzgün, olması gerektiği gibi yazmak da bir nevi dili yönetmek değil mi? Asıl sanki oradan başlıyor. Kendi anadiline gerekli hassasiyeti, değeri göstermeyen insanlara önyargılı yaklaşmak ve onlarla iletişimi sonlandırmayı istemek kadar doğal daha ne olabilir ki?

Samimiyet öyle bir dildir ki kör de görür, sağır da duyar” demiş Cemil Meriç. Yine farklı bir kitabında; kendini tanımayı, önyargıların ve yalanların köleliğinden kurtulmak olarak tanımlamış.

Facebook profillerinde “miş gibi davranan” pek çok kullanıcı var. Aydınger kâğıdı gibiler. Hani şu alttaki yazıyı üste geçirmekte gayet başarılı olan kâğıtlar… Fakat bu kâğıtlar sadece yazıda bu başarıyı gösterir.

İşte, aydıngerleri elinde; tıpkı bir avcı gibi dolanan insanlar var. Kâğıtları kime tutalım da kıyafetlerini taklit edelim, esprilerini alalım, fikirlerini sahiplenelim diye kol geziyorlar.

Neden aydınger insanlar çoğunlukta, peki? Çünkü sosyal medyada o çok beğendikleri çiftin evliliği, her akşam farklı yerde yedikleri yemekler, bindikleri arabalar; o trilyoner işadamının blogger eşinin sahip olduğu pahalı kıyafetler, birbirlerine “Şekerim, canım, cicim” diye hitap ettikleri sosyetik partiler; yüzlerce, binlerce takipçisini adeta kendilerine ulaşabilmek için Everest’e dahi tırmanmayı göze alıyormuş gibi gösteren fenomenler var!

Ve insanlar mutluluklarını onların mutluluğu ile kıyaslamaya çalışıyorlar. Hatta sonucu olmayan bir çabaya da giriyorlar üstüne. Borç alınan, kredi ile, kendisine ait olmayan paralar ile sahip olunan telefonlar, kıyafetler, arabalar vb. Oysaki karşılaştırmak, mutluluğun hırsızıdır.

Sadece montaj olarak izlediğimiz o kadar çok şey, o kadar çok insan var ki…

Kitapları bile montaj malzemesi olarak kullananlar var. Kitabın, kitapların sadece bir aksesuar olmadığını nasıl anlatabiliriz? Sadece, gittikleri kahve zincirlerinde sosyal medyada paylaşacakları fotoğraflarının bir parçası olmadığını? Kitapların okumadan hiçbir faydaları olmadığını nasıl ifade edebiliriz? Çantada taşımakla, kütüphanenin rafına koyup yıllarca orada unutmakla hiçbir işe yaramadıklarını? Okumadıkça da, kullandıkları kelimelerin hep cüce kalacağını, asla devleşmeyeceğini?

Bir diğer topluluk ise, emin olmadan bilgi paylaşımı yapanlar.

Bir şehrin hangi bölgede olduğu, bir hastanenin nerede olduğu, bir insanın cinsiyetinin ne olduğu, bir kişinin tutuklanıp tutuklanmadığı kesindir. Kişiden kişiye değişmez, belirsiz değildir, nettir! Toplum önünde konuşma yapan, siyasetin içinde olan birinin bu bilinen bilgileri doğru olarak vermesi beklenir. Bu bilgiye ulaşmak da zor değildir. Bir Google, Yandex, Firefox, Mozilla araması ile hemen ulaşılabilir, zaman da almaz. Hatta sosyal medyada paylaşılan bilgilerin de sağlaması paylaşmadan çok önce yapılabilir. Bir kayıp haberini paylaşırken mesela tarihine bakmak zaruridir. 2017 yılında kaybolan birinin haberini, sanki bugün kaybolmuş gibi öne çıkarmak insanları yanıltır. Ünlü bir sanatçıyı bahsettiğim arama motorlarından gerçekten ölüp ölmediğini sorgulamadan gönderi iletmek, o sanatçının/ünlünün sevenlerini üzebilir. Hâlbuki sağlamasını yapmak gayet basittir.

Ezberci olmak, sorgulamayı alışkanlık haline getirmemek hem eylemi gerçekleştiren kişiye hem de çevresine hep zarar verir.

Bunların yanında, sanırım en trajikomik olan ise; yolda görünce selam bile vermeyen insanların sosyal medyada gönderilere beğeniler atıp, yorumlar yazıp bir selamdan mahrum bırakmaları.

Ne güzeldir şu cümle: “Her şey göründüğü gibi olsaydı, eline aldığın deniz suyu mavi olurdu.

Bu yazıya yorum yapamıyorsanızlütfen Facebook hesabınıza giriş yapınız
Paylaş:

Benzer yazılar