GÖÇ
-AYDIN-
Eşyaların, sardunyaların, işçilerin göçünü anlatmak istiyorum size. Göç, üç harf olup her ne kadar cüce gözükse de aslında dev bir sözcük. Belki de yirmi dokuz harfin hepsi var. İçerisinde yüzyılların heybesine attığı bir dolu sözcük var. Sızı var, hayal kırıklığı var, hayat kırıklığı var, hayal var, sızı var, kaygı var, özlem var, göçün içinde ulaşılamayanlar var, sızı var, öteki var, gurbet var ve yine sızı var. İnce bir sızı ile nakış nakış işlenmiş hikâyeler… Ben hiç göç etmedim. Yine de tüm göç edenlerin kafasında şöyle bir soru olduğunu düşünürüm hep:
“Biz kimiz ve nerelerden geldik bu coğrafyalara?”
Birleşmiş Milletler göç ile ilgili standart bir terim sözlüğü hazırlamış. Dünyada yaşayan herkesin ortak bir göç dili olsun diye. Yazmışlar sözlüğe göçün tanımını, mültecinin tanımını. Dördüncü yüzyılda Kavimler Göçü ile ilkokul yıllarımızı hatırlayalım. Kavimler Göçü haritasını… Her denk geldiğimizde karşısında durup göçün nasıl bir şey olduğunu hayal ettiğimiz günleri… Hayal ve göç! Şu an hepimiz Kuşadası’ndayız. Göç konuşacaksak Antik Çağ’daki İyonya’nın tam ortasındayız. Efes ve Milet gibi şehir devletlerinin kurucusu İyonyalıların yaşadığı yer… Göç edenin gittiği yerde çok daha hırslı ve azimli olduğunu gösteren İyonyalılar… Kurdukları ticaret kolonileriyle zenginleşen insanlar. Demokrasi ve insan hakları gibi kavramlara önem veren insanlar. Bilim, tiyatro, sanat… Bunun yanında taşların altında kalan bir dolu insan. Belki çelişki tam da burada başlıyor.
Bir tarafta dursun şimdilik.
Her ne kadar zıt gibi gözükseler de aslında göçün el ele tutuştuğu ilk şey hayal. Ve sonrasında getirdikleri. Bıçak sırtının diğer tarafında da hayatı boyunca bir kez bile evini değiştirmemiş fakat yüzlerce göçe imza atmış bir sürü insan var: İçimizdeki göçler! İçimizdeki göçlere sizce ne kadar rıza gösteriyoruz? Ruhumuz ve kalbimiz de göçüyor mu? Kendi içimizde yaşadığımız major ile minör arası, alaturka ile alafranga arası, Doğu ile Batı arası göçler, peki?
Konuşamayan ne varsa bakın bir etrafınıza. Bir kedi mi, bir köpek mi, bir masa mı, bir tabak mı, bir çerçeve mi, bir vazo mu, bir koltuk mu, bir tülbent mi, bir dolap mı? Bir şey demeden bakın. İçine ata ata kuruyan insanlar gibi, bir yerden diğerine zorla götürülen “göç edenler” için tekrar bakın. Anlatacak çok şeyleri var.
Ben bazen karşılaşıyorum. Geçen gün göç eden bir sardunya ile karşılaştık. Dilini bile konuşamıyormuş buranın. Başka memleketten getirmişler zorla. Saksısı hep beyazmış yuvasında, şimdi siyah bir saksıya koymuşlar. Sürekli içini çekip duruyordu. Anlattı. Çok yalnızdı.
Güller, menekşeler, papatyalar, fesleğenler, papatyanın kız kardeşi civanperçemleri varmış yuvadaki bahçesinde. Bir de beyaz saksısında o. Aynı değillermiş ama aynı bahçede büyümüşler. Su hepsinin yaşaması için şart, hepsinin büyümesi için miktarda farklıymış. Bahçenin sahibi kadın her gün, istisnasız her gün, her biri ile farklı sürelerde konuşurmuş. Bu yüzden güzelmiş o bahçe. İlgiye renkleri ile cevap verirlermiş.
Göç etmiş bir gün sardunya. Dalını, gövdesini ve yapraklarını da almış yanına. Kalanlar kalmış yuvasındaki bahçede. Dertleşmeler kalmış; pencere pervazında anıları kalmış; sözcükleri kalmış o kadının. Hem evdekileri hem çiçekleri harfleri ile besleyen kadının…
Göç eden bir sardunya, bir sardunya. Siyah bir saksının içinde. Bana “göç etmenin” çok ama çok zor olduğunu anlatıyor. Yuvanın bir çiçek için ne kadar önemli olduğunun altını çize çize.
Bir yemek büfesi göç eder mi? Bir ülkeden diğerine belki hayır. Bir şehirden bir diğerine belki. Bir evden diğerine belkiden fazla. Eşyanın kullanılmamışı ve misafire saklanmışı makbuldü bir zamanlar. Yıllarca salonun baş köşesinde bekledi bu büfeler. Kayıp eşya bürosunda yıllarca geri alınmayı bekleyen siyah bir şemsiye gibi. Büfeler bekledi. Danteller soldu. Mumlar grileşti. Beklemek bulaşıcı olduğundan birlikte yazdılar hikâyelerini. Sohbetlere tanıklık etti eşyalar. Sözcüklerin göçüne. “Allah’ın emri, peygamberin kavli ile” evlerin hep başı tacı olması gereken kızlar için süslendi bu eşyalar; özel bir günde kırk yıl önce annenin çeyizine koyulan masa örtüsüne ve en pahalı temizlik deterjanlarına. Az insan gördü bu eşyalar. Aidiyetsizlik işledi damarlarına. Göçleri hep durağandı. Kitaplar var şimdilerde onlara eşlik eden. Üç kitaptan birinde geçiyor; bir yemek büfesi, dantel örtü, fincan takımı, zeytin dalı ve kalemler. Kitaplar büfenin ev sahipliğinden memnunlar. Sakin, basit ve düz bir hayat yaşıyorlar. Bir sonraki göçe kadar… Bir sonraki sarsıntıya kadar… Yerler sarsılıyor, bazen kitaplar düşüyor; kalpler göçüyor bazen, kitaplar ayrılıyor. Ayrılık önünde sonunda eşyaların kaderine de yazılıyor.
Göç bulaştırıyor her şeye ve herkese sızısını. Herkes her şeyi hep biliyor.
Yolculuklar da hep göçe dair.
“Rüzgârın şarkısı başkadır/ bazı şehirlerde gün batımı ile başlayan/ gün doğarken semtlere dağıtılan/ ismi şehrin adına yakışan…”
En çok bir şehirden diğerine gidilir. Bilirsiniz. Bir tren vagonu varoluşun ince sızısıdır. Yan koltuğunda oturan kadının kolundaki marteniçka bilekliği umuttur. Hevestir insana yaşamı tutturan. Yollar geçilir o vagonla. Çimenler, dereler… Gökyüzü bekçisidir. Doğum da sen, ölüm de sen olursun. Ne zaman biliyor musun? Leyleği salıverince gökyüzü… Leylek göçtür. Leylek uzun yolculuklardır. Leylek senin için, benim için ve yanında oturan kadın için başlangıçtır. Gitmek devingendir. Kalmak gözü yaşlıdır. Gidene yol uzun, kalana ev geniştir. Doğum ve ölüm, bir gün, önünde sonunda o evde buluşur. Tıpkı senin ölüm, benim de doğum olduğum gibi. Ev tüm göçleri öldürür. İsmi şehrin adına yakışanlar da gider bir gün. Bilirsin, -mek, -mak ne zaman eklense bir fiile sevimli gelir insanlara. Artık emir değildir. Özne maskesini çoktan takmıştır. Git ve gitmek, kal ve kalmak. Ne sırlar vardır içinde. Bilen bilir. En çok da sevdası olanlar.
Tam da böyle düşünürken kalemi alıyorum elime ve şu satırlar dökülüyor ucundan:
“Gökyüzü kadar büyüyor içim/ göçleri azalıyor zihnimin/ gölgem ilk kez benden kısa/ görülmemiş bir bulut selam seriyor/ görüntüsünde çocukluğum/ göreceli her şey siliniyor/ gözleri kalıyor bir yıldızın/ gökyüzü kadar büyüyor içim/ göçüm sen, gönyem sen/ gönlüm ilk kez benden uzun.”
Biraz da şairlerimize ve yazarlarımıza kulak vermek gerek. Haydi, gelin birlikte Edip Cansever’e kulak verelim:
“Ah güzel Ahmet abim benim/ insan yaşadığı yere benzer/ o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer/ suyunda yüzen balığa/ toprağını iten çiçeğe/ dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine/ ne kadar benziyoruz Türkiye’ye, Ahmet Abi.”
Gurbet, Almanya’da çalışan bir işçinin yazdığı mektuptadır. Mahrumiyeti anlatır mektuplar. Dinleyelim, bakın Ahmet Bey neler diyor babasına Münih’te 1973 yılında:
“Sevgili babacığım, bugün günlerden cumartesi, saat 9.30. Uykudan yeni kalktım. Geçtiğimiz hafta gececiydim. Bu yüzden biraz uyuyakalmışım. Her zaman olduğu gibi sabah uyanır uyanmaz posta kutusuna bakmak oldu bu sabah da ilk işim. Mektubunuzu alınca çok sevindim. İnsan sevdiklerinden hayırlı bir sıhhat haberi alınca daha bir başka oluyor. Beni hatırlayıp haftada bir de olsa mektup yazmanız beni hoşnut kılıyor. Teşekkür ederim. Sizlerin sağlığı ile teselli bulup cesaret alarak gurbet ellerinde güçlükleri yenmeye çalışıyorum. Sevdiğim kimselerden ayrı olmak, her an bir dakika olsun onları aklımdan çıkaramamak zor. Mektuplar bana en büyük teselli oluyor, bana çalışma gücü veriyor.”
‘Babamın Bağlaması’ kitabında Kemal Varol aktarıyor yine duygularını:
“Arkadaşlıklar, dostluklar, aşklar geride kalırdı. Bizimle ilgili tüm sıfatlar değişmiş, tüm yüklemler yerini terk etmiş, adımızın önündeki veya arkasındaki her şey bambaşka bir diyara göç etmiş olurdu sonunda. Bir zamanlar hayatımızın tamamını kaplayan insanların hikâyelerinden, bizi tanımlayan ifadelerinden günün birinde uzak kalıyorduk ve en acısı da buydu. Çünkü ayrılık, sadece bir insandan değil, artık içinde olmadığımız bir hikâyeden de mahrum kalmak demekti.”
Peki, sadece insanlar mı göç eder? Hayır! Rüzgârın da göçü vardır. Ben şöyle anlatırım rüzgarın göçünü:
“Rüzgâr bir şey getirdi. // Dedim rüzgâra:/ ‘Kuş tüyü getirirsin sen.’/ Gülümsedi./ ‘Sen öyle zannet.’/ ‘Ne getirdin, peki?’ diye sordum./ ‘Zaman’ diye gülümsedi. // ‘Seninle zamanın ne alakası var?’ diye ukalalık ettim./ ‘Bunu istersen bir balıkçıya sor.’ dedi./ Gittim, buldum balıkçıyı./ Sordum:/ ‘Rüzgâr böyle böyle konuşuyor. Senin rüzgâr ve zamanla ne ortaklığın var?’ //Bir kova dolusu balığı gösterdi:/ ‘Bak’, dedi, ‘bu rüzgârın armağanı. Bugün uyumayı seçmiş. Hem de bütün gün. Bana bu balıkları hediye etti.’ // Gülümsedi!/ Ben de! // Rüzgâr başka bir gün yine geldi./ Elinde bir şey taşıyormuş gibiydi ama hiçbir şey yoktu./ Uzattı ellerini bana:/ ‘Al,’ dedi, ‘bu senin.’ // ‘Elinde bir şey yok senin’ dedim./ ‘Sen öyle san. Sana bir demet koku getirdim.’ dedi./ Rüzgârın aklından şüphe duyacaktım./ Onca yaprağın hatırına duymadım./ ‘Ne kokusu peki bu?’ dedim./ ‘Begonvil’ dedi./ ‘Sen,’ dedim, ‘benim begonvilin kokusunu sevdiğimi nereden biliyorsun?’ // ‘Kokular ben olmasam nereye göç ederler?’ diye susturdu beni./ Ben yine gülümsedim.”
Rüzgâr hep bir şeyler getirdi. Sözcükler getirdi, anılar kuyusundan farklı nesneler getirdi. Hayatında ağzından tek bir harf dahi çıkmamış olan rüzgâr getirdi bunları. Sessizliğin en çok konuştuğunu bana rüzgâr öğretti. Balıkçıya zamanı da… Kokusunun çok güzel olduğunu begonvile de!
Hepimizin içinde ve her şeyin içinde bir göç var. Bununla yaşamayı bilmek, sızıyı biraz olsa da dindirir belki. Kim bilir…